"İnsan özgür olmadıkça mutlu olamaz" (Dante)

29 Aralık 2015 Salı

Diriliş



Uzuuuunca bir aradan sonra tekrar merhaba!
Bu yazımda ekranlarda boy gösteren dizilerimizden bahsetmek istiyorum. 
Az çok okumuş her insanın "Yeni Dünya Düzeni" denen bir oluşumdan illa ki haberi vardır; kıyısından köşesinden mutlaka duymuşluğu vardır. Yoksa da sağlık olsun, ne diyeyim. Yeni Dünya Düzenini YDD diye kısaltmak istiyorum. Bu YDD dünyayı dinden uzak bir ortam haline getirmek üzere çalışan bir oluşum. Başarılı da oldular diyebilirim. Eskiden farklı toplumlara ajanlar yerleştirerek bu toplumların kültürlerini ve ahlaki değerlerini yok etmeye yönelik her türlü faaliyeti gerçekleştiren YDD gelişen teknoloji ile birlikte işlerini daha kolay yürütür hale geldi. Dünya ekonomisini yönettiğine inanılan birkaç zengin aile finansörlüğünde gerçekleşen bu oluşum uzunca bir süredir ülkemizi de etkisi altına almış bulunmakta. 

"Gelişen teknoloji ile birlikte işlerini daha kolay yürütür hale geldi" dedim. Mantıklı düşünüp çevremize göz attığımızda her şey açık seçik gözümüzün önüne serilecektir. Reklamlar, ürünler, markalar, logolar, filmler, diziler, magazin merakı vs. gibi değişik yollardan "propaganda" araçlarını ustalıkla kullanabilmektedirler. "Propaganda" deyimi hatırladığım kadarıyla ikinci dünya savaşı döneminde profesyonelce kullanılmaya başlanmıştır. Hitler'in yakın arkadaşı Goebbels buna iyi bir örnektir. Dileyen araştırabilir. Belli bir amaca yönelik doğru veya yanlış (yalan) bilgilerin hedef kitleye düzenli olarak çeşitli mesajlar aracılığıyla gönderilmesi ve bu mesajların hedef kitlenin farkına vararak veya varmayarak bilinçaltında yer etmesi amaçlanmaktadır. 

"Konuya nereden geldik?" diyeceksiniz. Dizilerimizden bahsedecektim. Evet. En basit örneği dizilerimiz. Hiç dikkat ettiniz mi? Eskiden dizi veya film farketmeksizin herhangi bir kadın erkek yakınlaşmasında gözlerimizi ekrandan çeviren bir milletken, artık ne tür bir sahne çıkarsa çıksın gözünü kırpmadan izleyebilen bir millet haline getirildik. Bunlar hep belli bir süreçte gerçekleşti. Biz mi değiştik? Hayır. Fikirlerimiz mi değişti? Hayır. Sadece bu YDD tarafından bazı gayriahlaki davranışlar bize sıradanmış gibi gösterildi. Bizler de tekrarlanan mesajları önce beynimize sonra bilinçaltımıza kabul ettirdik. Sonuç: Vurdumduymaz bir toplum. Ahlaki çöküntü. Artan suç (gasp, hırsızlık, cinayet, tecavüz) vakaları. Özentilik de ayrı bir kavram tabi... İki diziden yola çıkalım. Biri TRT - 1 ekranlarında boy gösteren, Türklerin kahramanlıklarını konu alan "Diriliş - Ertuğrul"... Diğeri ise malum kanallardan birinde gösterilen koca İmparatorluğun küçücük bir hareme sığdırıldığı malum dizi... Birinde kılık kıyafet Türk örf adetlerine uygun ve bence Türkiye'de gelmiş geçmiş en iyi yapıt. Diğerinde ise resmen batı özentisi kıyafetler, hayatlar, hareketler... Arkadaşım yabancı dizi izleyenler hemen anlar bunların özenti olduklarını. Yabancı dizilerde millet kendi tarihlerini yalanlarla da olsa kahramanlıklarla anlatıyor. Bizde ise halkı şanlı tarihimize küstürecek yapıtlar gösteriliyor. Bugüne kadar da hep bu yönde yapıtlar gösterildi. Sinema olsun, tiyatro olsun veya dizi olsun... Ne kadar yapıt olmuşsa hep Osmanlı'nın kötülenmesi yönünde mesajlar verdi. Araştırmayan, okumayan beyinler ise gelen kodlanmış mesajları beyinlerine işleyip tam bir Osmanlı düşmanı haline geldi. Sorsan "niye sevmiyorsun?" diye. Ağzından çıkacak en fazla üç kelime olur. "Harem" ve  "Kardeş katli" ... Şimdi burada oturup tarih dersi vermeyeceğim. Ama ufaktan deyineyim. Bugün 50 metrekare yer için kardeş kardeşi öldürüyor. Doğru mu? Değil. Ama aradaki farkı algılayabilsinler diye verdim bu örneği. 

Azıcık uyanık olalım. Unutmayalım, Osmanlı'yı bitiren zihniyet hala devrede. Asırlardır da devrede idi. İşte bu YDD dediğim oluşum sayesinde Osmanlı gibi kültürüne sadık devletler yıkılmaya mahkum olmuşlardır. İnsanımız okudukça, geliştikçe, öğrendikçe YDD etkinliğini kaybediyor. İşte bu yüzden daha bir azgın dalgalarla saldırıyor ahlaki değerlerimize. Bir de şu var: Bizden başka geçmişini tam bilmeden bu kadar kin güden bir başka millet daha yoktur. Çünkü Osmanlı'yı öyle bitirmek istemişlerdi ki küllerinden bir daha doğmamalıydı. 80-90 yıl kadar yalan yanlış mesajlarla genç dimağlara istedikleri mesajları yüklediler. Ama artık işler değişti. Halk uyandı. Bir millet uyandı. Yavaş yavaş da doğrulmakta. Tabiri caizse tam bir Diriliş gerçekleşmekte. ALLAH bu aziz millete tekrar cihana adaleti sağlama imkanı versin. (Amin)

6 Ekim 2015 Salı

Sosyal Medya Sazanları

"Photoshop" diye bir nimet var. 
Bir de bu nimeti kötüye kullananlar var. Daha çok siyasî içerikli paylaşımlarda rastlıyoruz "Photoshop"a...

Bilmeyenler için söyleyeyim: Photoshop bir resim (görüntü) düzenleme programıdır. 
Hemen hemen herkesin elinde bir akıllı telefon ve bu akıllı telefonlarda değişik sosyal medya uygulamaları yüklü. İlkokul mezunundan tut Profesörüne kadar herkesin elinde bu "akıllı"lar... 

İşte uyanık "Photoshop"çular burada devreye giriyor. Adamlar oradan buradan aldıkları resimlerle oynayarak değişik değişik "algı"lar oluşturmaya çalışıyorlar. A partisi veya B partisi için demiyorum. Paylaşılan her şeye inanmayın diyorum. Kendi siyasî görüşünüzden de olsa kandırılmak hoşunuza gitmez eminim ki... 

Resimlere özellikle bakın. Dikkatlice incelerseniz ufak tefek hataları fark edeceksiniz. Işığın geliş açısı, perspektif bozuklukları vs... İyi bakarsanız hatalar sırıtır karşınızda. Ama çoğumuz dikkat etmiyoruz. Adamlar da kendilerince yoruma açık olacak şekilde düzenledikleri resimleri yönlendirilmeye meyilli kişilerin zihinlerine hazır hale getiriyorlar. Yönlendirilmeye meyilli kişiler deyince aklınıza belli bir zümre gelmesin. Cahilinden tutun üniversite mezununa kadar her kesimde meyilli var. Çünkü kişi inanmak istediği şeye inanır. Yönlendirilmeye meyilli beyinlerin hizmetine sunulan görüntüler de sosyal medyada paylaşım rekorları kırabiliyor. 

Siz siz olun, paylaştığınız, beğendiğiniz şeylere dikkat edin. Sosyal Medya Sazanlarından olmayın. 



27 Temmuz 2015 Pazartesi

Teşekkürü Borç Bilirim

Doğduğumdan bu yana süregelen yaşantımda iyi kötü günlerim oldu. İyi kötü arkadaşlarım oldu. İyi kötü yakınlarım oldu. Şimdi aklıma geldi de hepsine iyi kötü bir teşekkür edeyim dedim. Yaşadığım kadarki hayatımda:

* Her zaman yanımda olan dostlarıma çok teşekkür ediyorum.
(Yanımdaymış gibi görünenlere de teşekkür ediyorum)

* Sürekli güler yüz gösteren insanlara çok teşekkür ediyorum.
(Yüzüme gülüp arkamdan atıp tutanlara da teşekkür ediyorum)

* Benim için elinden geleni yapan tüm tanıdıklarıma çok teşekkür ediyorum.
(Elimden gelen bu kadar deyip kılını kıpırdatmayanlara da teşekkür ediyorum)

* Hayatımdaki herkese büyük değer veriyorum ve değerli tüm tanıdıklarıma varlıklarından dolayı teşekkür ediyorum.
(Kendini değerli zanneden insanlara da teşekkür ediyorum varlıklarıyla örnek teşkil ediyorlar)

* İyilik yapma isteğimden dolayı beni "iyi insan" olarak düşünen dostlarıma ve yakınlarıma teşekkür ediyorum.
(İyi niyetimi enayilik zannedip akıllı geçinen tanıdıklarıma da teşekkür ediyorum gerçek yüzlerini görmemi sağlıyorlar)

* Dostluğumun değerini bilenlere de teşekkür ediyorum.
(Dost maskesi takan insanlara da teşekkür ediyorum, dostluğa özenmek bile iyi bir şeydir)

* Bana güzel ve mutlu günler yaşatan herkese çok teşekkür ediyorum.
(Günlerimi karartmaya çalışan insanlara da teşekkür ediyorum çünkü mücadele azmi veriyorlar)

* Birlikte gülüp eğlendiğim tüm tanıdıklarıma teşekkür ediyorum.
(Arkamdan benimle dalga geçtiğini sanıp çevresindekileri eğlendirmeye çalışanlara da teşekkür ediyorum çünkü onlara göstereceğim müsamaha sınırını belirliyorlar)

Teşekkürü hayatımdaki her insana bir borç bilirim. İyi kötü kim varsa... Teşekkürü hak ediyorlar. İyilerin de kötülerin de bilmesi gereken bir şey var: 

"Çevrenizdeki insanlar kesinlikle düşüncesiz veya saf değil. Onlara karşı her tavrınız onların gözündeki kredi limitinizi belirler. Kimi insan vardır sonsuz limite sahiptir. Kimi insan da vardır tahammül dahi edilemez. O bakımdan herkes kendini bilmeli, kendi değerini bilmeli."

Ben birilerine değer verip dinliyorsam dinlediğim insandan aynı samimiyeti beklerim. Lakaydlık yapan insanla zaten bir daha işim olmaz. Her dostluk ilişkisine sonsuz hoşgörü ile başlarım ancak sonsuzluk karşıdaki kişiye bağlıdır. Hareketleriyle ya ona olan itimadımı sarsarak baki olan dostluğumu fanileştirir ya da dostluğumu güçlendirerek bekasını sağlar. Her ikisi de karşıdakinin elinde.

Benim için en korkunç şey sevdiğim insanların gözünden düşmektir. Herkes benimle aynı görüştedir diye tahmin ediyorum. Üç günlük şu küçücük dünyada ukalalık yapmaya, kalp kırmaya ve insanların güvenini sarsmaya hiç gerek yok. Onurlu bir yaşam için başkalarının onurunu da düşünmek gerekir.

Ben ne kadar böyle yazsam da yeryüzündeki dengeler gereği kötüler (ve kötü niyetliler) hiçbir zaman hayatımızdan eksik olmayacaktır. Ne kadar kötülük varsa onu dengeleyecek kadar da iyilik mevcuttur...

Bu yazıyı merak edip okuyan şahsa çok teşekkür ediyorum. (Yazıyı okuyup gocunan kişilere de teşekkür ediyorum. Gocunmanız halen içinizde kalan bir insanî tarafın olduğunu gösterir)


24 Temmuz 2015 Cuma

Dürüstlük - (Yeşermeyen tohum hikayesi)

Acı doğrular mı? Tatlı yalanlar mı? 
Çoğu insan tatlı yalanları seçiyor. Adına da "masum yalanlar", "pembe yalanlar" veya "beyaz yalanlar" diyorlar. Yalan yalandır. Pembesi beyazı olmaz. Masumu suçlusu olmaz. Bir insanın size olan inancını yitirdiniz mi yalanınız isterse pembe renkli olsun isterse beyaz o insanı bir daha asla kazanamazsınız. "Güven ruh gibidir, çıktığı bedene bir daha dönmez" diye bir söz vardır. Sonun kadar haklı... 

Dürüstlük aile eğitimiyle başlar. Çocuklara daha 2-3 yaşlarında kabahatlerini başkalarına atmayı öğretiyoruz bilmeden. "Kim yaptı bunu?" diye sorarsak çocuk hemen suçu bir başkasına atıyor; çoğunlukla "Abim yaptı", "Kedi yaptı" vs. cevaplar veriyor. Halbuki "Ben yaptım" dese ne kadar güzel olacak. Çocuk yaşta yalana olan aşinalık büyüdükten sonra da devam ediyor. Kabahatler büyüyünce sorumluluk almama güdüleri tetikleniyor. Dolayısıyla yine sorunlu fertler karşımıza çıkıyor, geçimsiz arkadaşlar... 

Yalanın kötü bir şey olduğunu çocuklarımıza öğretmeliyiz. Yarının büyüklerinin zihinlerini daha tazecikken yalana alıştırmamalıyız. Ayrıca Efendimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.) de bu konu hakkında uyarılarda bulunmuştur. Şöyle ki: 

“Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman yerine getirmez ve ona güvenildiği zaman hıyanet eder” 

(Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai / Camius-Sağir, İmam Suyuti, H No:25)

Müslim rivayetine göre şu ek de vardır:

“Oruç tutup, namaz kılar ve Müslüman olduğunu iddia etse bile”(Cem’ul Fevaid: H No:8099)


“Kimde dört vasıf bulunursa halis münafık olur O dört şeyden biri kendisinde bulunan kişi ise onu terk edinceye kadar münafıklıktan bir haslet bulunur Bunlar: Kendisine bir emanet bırakıldığı zaman ihanet eder; konuştuğunda yalan konuşur, anlaştığı zaman sözünde durmayıp bozar Bir kimseyle çekiştiği zaman aşırı giderek karşısındakinden fazla kötülük yapar”

(Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai/Cem’ül Fevaid, H No: 8097)


Hayatta prim yapan duruma göre değişse de Mahkeme-i Kübra’da doğrular daima kazanacaktır.  

Doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmayalım.

Dürüstlükle ilgili bir hikayeyi paylaşarak veda ediyorum. Selamlar...









Bir zamanlar,  Uzak Doğu 'da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir İmparator varmış. Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş. Bir gün, ülkesindeki tüm gençleri çağırmış ve:

"Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim." demiş.

Gençler bu duruma şaşırmışlar,  ancak İmparator konuşmayı sürdürmüş:

"Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum... Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi,  sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir yıl sonra büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip,  birinizi imparator seçeceğim" demiş.

Saraya çağırılan gençlerin arasında Ling adında biri varmış. O da diğerleri gibi tohumunu almış. Evine gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş. Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış. Yeterince zaman geçtikten sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken,  Ling hayal kırıklığı içinde, kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş. Üç hafta, dört hafta, beş hafta geçmiş. Hâlâ hiçbir gelişme yokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş. Arkadaşlarına da hiçbir şey diyemiyor,  sabırla bekliyormuş.

Sonunda bir yıl bitmiş ve gençlerin yetiştirdikleri bitkileri imparatorun huzuruna götürecekleri gün gelip çatmış. Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları imparatora anlatmasını istemiş. Ling, pek istemese de, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş. Saraya varınca arkadaşlarının yetiştirdiği bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış. Sonra imparator gelmiş ve tüm gençleri selamlamış. Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş. 

"Ne büyük bitkiler,  çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak" demiş İmparator. Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling'i fark etmiş. Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş. Ling çok korkmuş. "Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek" diye geçirmiş içinden. Ling öne geldiğinde İmparator adını sormuş. "Adım Ling." demiş. Diğer gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları susturmuş. Ling' e ve elindeki saksıya dikkatle bakıp kalabalığa doğru dönmüş:

"Yeni imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling!" demiş. Ling inanamamış. Çünkü tohumunu yeşertememiş bile, nasıl imparator olabilirmiş ki?

İmparator devam etmiş:
"Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum vermiştim. Asla büyüyemeyecek olan... Ling'in dışında herkes ağaçlar,  bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz. Sadece Ling içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi. Beklentisi gerçekleşmeyince umutsuzluğa kapılsa da, dürüstlüğünden vazgeçmedi... Onun için yeni imparatorunuz o olacak !"



23 Temmuz 2015 Perşembe

Yabancılaşma...



Ramazan ayı, bayram ve tatil derken bir süre yazmaya fırsatım olmadı. Şimdi ise tatil dönüşü ve anlatacak çok şey var. Nereden başlasam ki? Eskilere atıfta bulunarak başlayayım o zaman: Her şey eskiden güzeldi. Eski ramazanlar, eski dostluklar, eski davetler... Çoğu kişinin şikayet ettiği durumdur bu: Değişim... 

Hayat neden değişir acaba? Her şey eskisi gibi kalsa olmaz mıydı? Çocukluk dönemlerindeki gibi safça mesela. Ya da ergenlik dönemlerindeki gibi mertçe, sadıkça ve deli doluca... Öyle olsa çok daha güzel olabilirdi evet. Ama hayatın değişmez kuralını unutuyoruz: Her güzel şey çabuk biter.

Gözlemlediklerim kadarıyla insanlar geçim derdine düştükten sonra büyük bir değişim yaşıyorlar. İşin içine arkadaşlıktan, dostluktan, akrabalıktan çok günü kurtaracak çözümler giriyor. Buluşmalar azalıyor. Dertleşmeler azalıyor. Sıkıntılar insanın içinde birikiyor. Görüşecek vakitleri olmayınca da insanlar yavaş yavaş birbirlerinden soğuyorlar. Ardından gelen yeni bir değişim: yabancılaşma... Eskisi gibi dertleşemiyor, gülemiyor, eğlenemiyor insan. Tam eskisi gibi bir moda girecekken bakıyor ki karşısındaki eskisi gibi değil, o an gülümsemesi asılı kalıyor yüzünde. İçinden "keşke hiç görüşmeseydik" diye geçiriyor. Ha bir de unutmadan ekleyeyim. Görüşmeler esnasında herkesin gözü telefonunda oluyor. Masa başında bir bakıyorsunuz herkes (sözde) akıllı telefonuna dalıyor. Emin olun beş dakika kadar uzuuun bir sessizlik yaşanıyor. Sonra sosyal medyada işi biten ilk kişi sessizliği bozuyor. Ne acı bir durum. Eski dostların düştüğü hallere bakın... Aynı durum ailelerde ve akrabalarda da geçerli. Misafirliğe gidiyorsunuz. Bir hal hatır sorma faslının ardından herkes telefonlara (ya da tabletlere/ bilgisayarlara) gömülüyor. İnsan geldiğine geleceğine pişman oluyor. Yaşanılan yabancılaşmanın temelinde acaba insanın sosyal medyada tekilleştirilmesi yatıyor olabilir mi? Yani insan gerçek hayatta yalnız kalmaktan sanalda yalnız kalmaktan korktuğu kadar korkmuyor. 

Öyleyse yabancılaşma sorununun iki temel etkenini bulduk: Geçim derdi ve sanal alem... İnsan hem içeriden hem dışarıdan tekilleştiriliyor. Bunun neticesinde de psikolojik ve ruhsal bunalım yaşayan bireyler boy gösteriyor. Hepimiz potansiyel "bunalıma girmiş birey" adayıyız. Aramızdaki bu kopukluk devam ettikçe daha çok ruhsal şikayetlerimiz olacaktır. 

Okuyucuya Not: Bu yazıyı (sözde) akıllı telefonunuzdan okuyorsanız bir öz eleştiri yapın. "Ben de çevreme yabancılaştım mı acaba?" diye... Selamlar.

18 Haziran 2015 Perşembe

Şeytanîlerin Oltasına Gelmeyin



İletişim günümüzde oldukça gelişmiş durumda. Dünyanın bir ucundaki bilgiye diğer ucundan saniyeler içinde ulaşmak mümkün artık. Eskiden öyle miydi? Telefonlar yeni çıktığında her evde bulunmazdı bile. Biraz daha eskiye gidelim. Posta servisi... Bir mektup yazardınız haftalarca gitmesini beklediğiniz gibi haftalarca da cevap almayı beklerdiniz. Mektup olayı tamamen bitti bugün. Elektronik posta (e-posta) devri ve sosyal medya devri başladı. 

Teknoloji bir nimettir evet. İnsanları, kitleleri birbirine yakınlaştırır. Farklı kültürlerle tanışabilmemize olanak sağlar. En güncel haberleri anında elimize ulaştırır. Bundan fazla değil on yıl kadar önce gelişmelerin bu boyutta olacağı söylense kimse inanmazdı. Baş döndürücü bir gelişme var. 

Teknolojinin gelişmesi yalnızca iyilik güzellik açısından olumlu olmadı. Art niyetli insanlara da gün doğmuş oldu. Eskiden (ve belki halen devam etmekte olan) toplum mühendisleri, provokatörler, yıllarca toplumun parçası gibi yetiştirilmiş casuslar vs olurdu. Bunlar gündelik sohbetlerinde çevresindekileri galeyana getirmekle görevliydiler. Bir nevi katalizör görevi görüyorlardı. Tepkimeyi hızlandırıyorlardı yani. Casuslar rakip devletlerin bünyelerine yerleştirilmiş canlı dinamitlerdir. Eskiden neyseler şimdi de öyleler. Değişen tek şey ellerinde aşırı gelişmiş teknolojilerinin bulunması. Güncel gelişmeleri sürekli olarak takip ederler. Duruma göre kendilerince müdahalelerde bulunurlar. Bu müdahaleler daha çok bir "üst akıl" güdülemesiyle olur. Casuslarsa üstlerine düşeni yaparlar sadece: Ortalığı karıştırmak...

Yeryüzünde iyinin ve kötünün savaşı bin yıllardır devam etmektedir. İyilik-kötülük kavramları göreceli gibi sanılsa da değildir. Yüce ALLAH (C.C.)'ın varlığını, O'nun Peygamberlerini ve hatta en son Peygamberi, Efendimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.)'i inkar eden her oluşum kötülük dairesi dahilindedir. İyi ve kötü arasındaki savaş iblisin Âdem babamıza secde etmeyi reddetmesiyle başladı. Kıyamete kadar da devam edecek. Önemli olan insanın doğru safı seçmesi... Doğru olan taraf ise ALLAH (C.C.)'ın tarafıdır, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in tarafıdır. Karşımızda birden fazla yol varsa yolların sonunu hesaplamalıyız; hangi yol bizi ALLAH'a ulaştırıyorsa o yolun doğru olduğuna kanaat getirmeliyiz. Unutmayalım! Seçimimizi yaparken en büyük düşmanımız da devrede olacaktır. 

Âdem babamızdan bu yana savaş devam ediyor dedik. Günümüzde bu savaş nasıl yapılıyor peki? Bilgi ile... Doğru veya yanlış. Fikirlerin savaşına sahne oluyor dünya. Eski dönemlerde kendi dinî inanç ve fikirlerinin doğruluğuna inanan toplumlar fiilen savaşmaktaydılar. Burada yine baş düşmanımız devredeydi. Şeytan... Diğer inançları benimseyen toplumlara o kadar güzel ve kalıcı benimsetmişti ki gözleri hakikati göremeyecek kadar körleşmişti. Düşünün: put perestler, hindular, ateşe tapanlar vs hep kendi inançlarını haklı görmüşler ve bu inanca karşı çıkanlarla savaşmışlardır. Bugün de aynı durumlar dünyanın değişik bölgelerinde devam etmektedir. Myanmar Burma'da budistlerin müslümanlara yaptıklarını teknolojinin gelişmesi sayesinde hepimiz öğrenebildik. Elimizden gelen yardımı yapıyor olsak da yetmiyor. ALLAH yardımcıları olsun.

Myanmar'da güçleri yettiği için fiilî baskı uyguluyorlar. Türkiye'miz gibi potansiyel güç olan müslüman ülkelerde ise farklı bir strateji izleniyor. Hem de yüzyıllardır... Taktik önce casuslarla uygulanmaya başlandı. Toplumu dinden soğutmak, türlü türlü fenalıkları güzel ve zevkli olarak lanse etmek, dinin kendisini çağ dışı olarak göstermek gibi eylemleri zamana yayarak gerçekleştirdiler.Özellikle gençleri fikirleriyle zehirlediler. Halen de yalan yanlış öğretilerine devam etmektedirler. Aileler bu konularda uyanık olmalıdır. Çocuklarının kimlerle arkadaşlık kurduklarına, kimlerle nerelerde görüştüklerine dikkat etmelidirler. 

Bugünün savaşı bilgi ile oluyor. Hedefler zihinlerimiz. Psikolojik yöntemlerle türlü türlü simgeler bilinçaltımıza yerleştiriliyor. Bilgiler öyle bir modda geliyor ki doğruluğunu sorgulamaya fırsatı olmuyor insanın. Diziler, yarışmalar, filmler, şarkılar... Bizim yapabileceğimiz en iyi şey kendimizi geliştirmektir. Bol bol okumalıyız. Özellikle Kutsal Kitabımız Kur'an-ı Kerîm'i okumalıyız. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in hayatını okumalıyız, sahabelerin hayatlarını okumalıyız. İyi insan nasıl olurmuş öğrenmeliyiz. Bunların dışında da uyanık olmalıyız. Sosyal medyadan bize sunulan her türlü bilgiye şüphe ile bakmalıyız. Doğrular son zamanlarda çarpıtılarak insanların zihinlerine sunulmaktadır. En canlı örneklerini Gezi parkı saçmalığında gördük. Dış güdümlü yapılanma, muhalefet ve yandaşlarının provokasyonlarında gördük. Masum ve saf insanların olmayacak şeylere inanmalarını sağladılar. Yok ses kayıtları, yok ayakkabı kutuları, yok yabancı ülke bankalarındaki hesaplar, yok gezide panzerlerin insanları ezmeleri daha nice yalan haberler... İnsanlar nasıl bir kirli bilgi bombardımanına tutulmuşsa doğruya inandırmak mümkün değil. "Yargı da onların elinde" tabi deyip çıkıyorlar işin içinden. Şunu söyleyeyim: Bu iftiraların birisi bile doğru olsaydı ne muhalefet yerinde dururdu ne de dış güçlerin güdümünde olan yapılanmalar... Rakiplerini alaşağı etmek için ellerinden geleni yaparlardı. Yurt dışındaki destekçilerini de alarak isyan çıkarırlardı. Ama bilinçli olanlar gördü ki bunlar iftiradan başka bir şey değil.

Uyanık olmalıyız. Gerçek ve yalanı ayırabilmeliyiz. Yalan haberlere birkaç örnek vereyim: Gezi eylemleri sırasında sosyal medyada sırtı parçalanmış bir insan resmi dolaştırıldı. Gezi eylemlerinde bu resimdeki şahsın üzerinden panzerin geçtiği ve sırtının panzer tarafından parçalandığı iddia edildi. Çoğu "sazan" da inandı ve resmi paylaştı. Ben resmi aldım ve ünlü arama motoru sitesinde arattım. Güney Amerika'da bir teknenin pervanesinin bir adamın sırtını parçaladığı haberine denk geldim. Aynı fotoğrafla... Bu ne rezillik ve yalancılıktır. Hemen o resmi paylaşanlara yorum yazdım. "Bu resim sahte, neden böyle yalan yanlış şeyler paylaşıyorsunuz?" dedim. Cevap: "Burası sanal alem, istediğimizi paylaşırız" oldu. Amaç belliydi. Benim anlamadığımsa şuydu: Hadi bu yalancılar bu yalan haberi paylaşıyorlar da inananlar nasıl inanıyorlar? "Sırtını parçalayacak kadar baskı yapsa panzer, adam altından sadece sıyrıklarla mı kurtulurdu?" diye sormuyorlar mı hiç? 

Bir diğer yalan haber ise başörtülü polisler... Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Afgan kadın polislerin Türkiye'de eğitim aldıklarına dair bir haberin fotoğrafının çarpıtılarak paylaşılmasından kaynaklanan bilgi kirliliği... Yok yakında göreve başlayacaklarmış da, hepsi hazır kıtaymış da... Yine şaşkındım. Haberi çarpıtana mı şaşırsaydım yoksa inanıp altına "Türkiye'de adam mı yokmuş da bunlar göreve getirilmiş?" , "Yakında şeriat gelir" vs tarzı yorum yapanlara mı?..

Uyanık olalım kardeşlerim. Bunların niyeti belli. Eğer davaları doğru olsaydı yalanlara ihtiyaç duymazlardı. Sırf çamur atmak için yazılıp çizilen, paylaşılan haberler bunlar. İnanmayalım!

Biliyorsunuz veya bilmiyorsunuz. Sizinle paylaşmak istiyorum. Bu tarz bir habere denk gelirseniz, haberin resmini kaydedin. Sonra internetten ünlü arama motorunu açın. Sağ üst tarafta "Görseller" butonunu tıklayın. 





Yukarıdaki resimdeki gibi "Görselle ara" kısmına gelin. Kaydettiğiniz resim dosyanızı seçin. Sonra gerçek haberleri görün. İnsanların sırf karalama kampanyaları için ne çok yalanlar uydurduklarına şahit olacaksınız.  

Tekrar ediyorum: Yalancıların oyununa gelmeyelim. Gerçekler her zaman karşımızdadır. Sadece yalancıların oluşturduğu sis perdesini aralamak gerekir. 


17 Haziran 2015 Çarşamba

"Vav"



Meşhur Hafız Hattat Osman bir gün kayıkla Üsküdar’a geçiyormuş. İskeleye yanaşınca müşteriler paralarını vermeye başlamışlar. Hafız Osman para çıkarmak için kesesine uzanmış. Kesesi yanında değilmiş. Üstünü başını iyice aramış. Kese yokmuş. Aklına yazı takımı gelmiş. Mahcup bir şekilde kayıkçıya:

“Hemşehrim, kesemi yanıma almamışım. Sana bir ‘Vav’ yazıvereyim” demiş.

Kayıkçı:

“Vavı ne yapayım?” diye söylenmiş.

“Satarsın!..” demiş Hafız Osman. Kayıkçı söylene söylene kabul etmiş. Hafız Osman hemen yazı takımını çıkarıp bir "Vav" yazmış ve kayıkçıya uzatmış. Kayıkçı eline tutuşturulan bu kağıt parçasını alelade bir şekilde kesesine atmış.

Aradan birkaç gün geçmiş. Kayıkçının yolu Bedestene düşmüş. Bakmış ki kargacık burgacık yazılar, mezat ediliyor (açık artırma ile satış), Hafız Osman'ın eline iliştirdiği "Vav"ı burada satabileceğini düşünmüş. Mezatın tellalının yanına gitmiş. Cebinden “Vav”ı çıkarmış. Tellal “Hafız Osman Vav’ı!..” diye bağırır bağırmaz halk "Hafız Osman Vav"ını satın almak için fiyatı artırmaya başlamış. Fiyat durmadan artmış. Böylelikle kayıkçı ummadığı kadar para kazanmış bu "Vav"dan.

Bir gün yine Hafız Osman’ı kayığında görünce:“Para istemez hoca, sen yine Vav yazıver” demiş. Hafız Osman: “O Vav her zaman yazılmaz” diye cevap vermiş.


15 Haziran 2015 Pazartesi

Her şeyde bir hayır vardır



Zamanın birinde bir padişah yaşarmış.
Bu padişah avlanmayı çok sever, sık sık avlanırmış.
Padişahın aklı-selim, "Her şeyin hayırlısı, her şeyde bir hayır vardır." cümlesini dilinden düşürmeyen bir de veziri varmış.

Padişahın başına bir şey gelse vezir hep ;"Padişahım üzülmeyin her şeyde bir hayır vardır." dermiş.
Padişah da vezire bu yüzden çok kızarmış.

Yine bir gün padişah vezirine "Bugün ava nereye gidelim "diye sormuş, vezir bir yer tarif etmiş. Oraya gitmişler fakat avlanırken padişah elinden yaralanmış, eli kanamış ve elinin yarasını sarmışlar.
Padişah vezirine kızmış, "Senin yüzünden oldu" demiş.
Vezir yine aynı cevabı vermiş; "Her işte bir hayır vardır padişahım, üzülmeyin." demiş.
Bunun üzerine padişah vezire çok kızıp, "Ben elimi kesiyorum, sen bana 'Her işte bir hayır vardır' diyorsun" demiş ve onu zindana attırmış.

Vezir zindana giderken adeti olduğu üzere "Her işte bir hayır vardır" demiş. Padişah yine öfkelenmiş, "Adamı zindana attırıyorum adam yine aynı şeyi söylüyor" diyerek söylenmiş.

Padişah avlanmak için az sayıda adamla başka insan ayağı değmemiş bir yere gitmiş. Avlanırken oranın yerlileri bunları faka bastırıp, esir etmişler. Yerliler her gün bir esiri kendi inançları gereği kurban ediyorlarmış. Sıra padişaha gelmiş. Padişah çok korkuyormuş. Ava çıktığına çıkacağına pişman olmuş. Yaka paça kurban merasimi düzenlenen meydana getirmişler. Sonra ne dedikleri anlaşılmayan bir şeyler mırıldanmışlar. Padişah gözlerini sımsıkı yummuş. Öldürücü darbenin gelmesini beklerken onu serbest bırakmışlar. Çünkü yerlilerin inancına göre sakat veya bir yeri yaralı adamdan kurban olmazmış. Padişah vezirini düşünüp ona hak vermiş. Hemen ülkesine dönüp vezirini serbest bıraktırmış. Ama kafasına takılan bir soru varmış. Serbest bıraktığı vezirine "Hadi benim elimin kesilmesini anladık, peki senin zindana girmendeki hayır nedir?” diye sormuş.
Vezir de: 
“Eğer zindana girmeyip sizinle gelseydim, yerliler şimdi diğerleri gibi beni de kurban etmiş olacaklardı” demiş.

12 Haziran 2015 Cuma

"İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır" mı acaba?



"İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır" demiş Victor Hugo. Gerçekten öyle midir acaba? 

Bence değil. Adil olmanın kıstasları vardır. Kurallara ve kanunlara dayanır. Beyin fonksiyonları düzgün çalışan biri gayet rahat bir şekilde adaletli davranabilir. Eğer ortada bir adaletsizlik varsa çıkar da var demektir. Bu değişmez. Peki adaletsiz olan kişinin iyi olmadığını söyleyebilir miyiz? Evet. İyi olan insan aynı zamanda zaten adaletli olan insandır. Adalet iyiliğin, iyi olmanın bir gereğidir. Bahanelere sığınıp adaletsizliğe kılıf uydurmak korkakların ve acizlerin işidir. Çünkü yaptıkları adaletsizliğe olan cesaretlerini sonuçlarına katlanmak için bulamazlar. 

İyilik kalpten, ruhtan gelen bir olgudur. Kalbini ve ruhunu temiz tutan insan kötülüklerden uzak olur. Kötülüklerden uzak olan insan ise otomatikman "iyi birey" haline gelir. İyi bir bireyden de adaletsizlik beklenemez. 


Bir kıssa:

Havanın çok soğuk olduğu bir günde kalp gözü açılmış salihlerden biri evinden dışarıyı seyrediyormuş. O esnada geçen yoğurtçunun sesini duymuş. Bu durum birkaç kez tekrarlanınca hanımına: "Kap getir de yoğurt alayım!" demiş. Hanımı: "Yoğurt var, ihtiyacımız yok" diye cevap vermiş. Temiz kalpli adam: "Bizim ihtiyacımız yok ama yoğurtçunun ihtiyacı var ki bu soğukta sokaktan defalarca geçti" demiş.


11 Haziran 2015 Perşembe

Dostları olmalı insanın!

Dostları olmalı insanın!
Gördüğünde bin derdi olsa bile unutacağı...
İyiliğe de kötülüğe de birlikte atılacağı,
Sevincine sevinip, hüznüne ağlayacağı, 
Söylemese de derdini gözlerinden anlayacağı,
"Sen ben bir" diyerek birlik olacağı,
Ağladığında içini rahatlatacağı,
Uğruna dünyaları yakacağı,
Maddiyatı düşünmeden hayatı paylaşacağı,
"Canın sağolsun kardeş" deyip sarılacağı,
Elini tuttuğunda bırakmayacağı,
Yanında olmasa bile sürekli arayacağı, 
Adı söylendiğinde kendinin de hatırlanacağı,
"Ne günlerdi be" diye geçmişi anacağı,
İlk vedaya değil "son veda"ya kadar sadık kalacağı,
En gizli sırlarını anlatacağı,
Zararına da olsa kendine destek çıkacağı,
Arayı soğutunca hemen darılacağı,
Kardeşten öte candost olacağı, 
Dostları olmalı insanın!


9 Haziran 2015 Salı

Bence Seçim 2015

Türkiye olarak 7 Haziran 2015 seçimlerinden çıktık. Sonuç bazı kesimlerin beklediği gibi olmasa da bazı iç ve dış kesimlerin beklediği gibi oldu. Uzun yıllar koalisyon yüzü görmeyen ülkede koalisyon sesleri yükselmeye başladı. İnşallah eski koalisyonlar gibi olmaz. Çünkü bu memleket ne çekmişse koalisyon dönemlerinde çekmiştir. 

7 Haziran seçimleri bize bir şeyi daha gösterdi: AKP ve Erdoğan'a olan tepkinin teröristlere olan nefretten daha büyük olduğunu... Bu nasıl bir mantıktır anlamıyorum, anlayamıyorum. Cahil desem değiller; üniversite mezunları var aralarında. Akıllı desem değiller; bir kişinin önünü kesmek için teröre çanak tutan partiye destek çıktılar. Üstelik bunu utanmadan ve bilerek yaptılar. 

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes seçme ve seçilme hakkına sahiptir. Kimse bunu inkar edemez. Ama sırf bir liderin önünü kesmek için bebek katillerine destek çıkmak... Bu bence vatana ihanet derecesinde tehlikeli. Milliyetçilikten, vatanseverlikten bahseden insanlar, nasıl olur da terörist sempatizanı parti temsilcilerine destek çıkar? Ben bu insanların vatan sevgisinden mahrum olduklarına inanıyorum. Ateşle oynadıklarının farkında değiller. 

Dönem dönem ekranlara ve sosyal medyaya çıkan sözde aydınlar... Şimdi merak ediyorum da bu durumdan ne kadar hoşnutturlar? Mutlu olduklarına eminim de vicdanları? Memleketin refahı için uğraşan, mazlumun yanında, zalimin karşısında duran bir lideri alaşağı etmek için and içmişler sanki... Bir de hükümeti suçluyorlar. HDP'nin meclise girmesine AKP neden olmuş (!). Masumiyet anlayışınızı sevsinler. İnsanların kimin ne mal olduğunu biliyor. Eskisi gibi değil. Eskiden ne medya vardı ne de iletişim. Söylenen her söz doğru kabul edilirdi. Bir de baskı vardı tabi. Yeni nesil pek bilmez. O yüzden vaadlere kanmalarına fazla kızamıyorum. Dış güçlerin güdümüyle hareket eden bazı kesimler hükümeti klasik yöntemlerle yıkamayacaklarını anlayınca çareyi en kalleş yolda buldular. "Düşmanımın düşmanı dostumdur" mantığıyla hareket ederek kendi oylarından feragat etmek vasıtasıyla HDP'nin barajı geçmesini sağladılar. İnkar etmesin kimse. Gözümüzle gördük, kulağımızla duyduk. Resmen "Başkan yapmayacağız, inadına HDP" diyen şahıslarla muhatap olduk seçimlerde. Bunların dini nedir bilemiyorum ama müslüman olmadıklarına eminim. Hiç bir müslüman vatanın bütünlüğünü tehlikeye atmak pahasına bölücülere destek çıkmaz. Ağızlarını açtıklarında "Bunlara AKP yüz verdi" derler. Evet. AKP çözüm istediği için bir çok fedakarlıklarda bulundu. Hepsi anaların tekrar ağlamaması içindi. Yatırımlar, götürülen hizmetler, ayrıcalıklar vs o bölgenin halkının kendini dışlanmış ve ötekileştirilmiş hissetmemesi için yapıldı. Bence hiç gerek yoktu evet. Çünkü ortada bir ötekileştirme yoktu. Yine de razıydık fedakarlığa. Kardeş olmayı göze almıştı bu millet. İçi kan ağlasa da tekrar kan akmasın diye...

On üç yıl kadar süren hükümetin icraatları anlatmakla bitirilemez. Gözle görülen en büyük icraat zaten herkesin bildiği üzere yollarımız... Ondan başka yurt içinde ve yurt dışında nerede bir mazlum varsa onun yanında oldular. Geçmişte başı önden kalkmayan ülkemizin başını dik tuttular.  On yıl kadar kısa bir sürede dünyada söz sahibi ülkeler arasına girdik. Bunu inkar etmek nankörlük olur. Ama maalesef bu durumu içine sindirememiş çevreler yıllar süren fitne fesat çıkarma işlerine aralıksız devam etmiştir. Gezi olayları ile en büyük darbeyi indirmeyi planlamışlar fakat başarılı olamamışlardı. Kendilerince masum bir hareket olan "gezi" eylemlerinden yine kendilerince masum sayılan sözde "kahramanlar" çıkarmışlardı. Kimi hak ve özgürlüklerin peşindeydi, kimi ekmek almaya gidiyordu kimi bilmem ne yapıyordu. Sözde hepsi masumdu. Hayatlarını kaybeden bu sözde masumlar (!) dış odakların içimizdeki güdülenler için tayin ettiği idoller haline gelmişlerdi. Hala iddia ediyorum: Masum adamın elinde sapanla, taşla sopayla, molotof kokteyli ile yüzünde maskeyle meydanlarda işi olmaz. Kimi kandırıyorlarsa artık...  Neyse bu idoller kullanılarak çoğu kişinin duygularıyla oynandı ve çoğu kişi kullanıldı. Sağlam yerden tuttuklarını düşündüler. Oradan yüklendiler. Gençlik asi ruhlu olduğundan bu kanat onların kanadıydı. Çoğunda da amaçlarına ulaştılar zaten. Yasadışı örgütler de işin içindeydi tabi (sözde kahramanların resmini kullanarak savcımızı şehit eden örgütler)...  Zaman geçtikçe eylemleri artıyordu. Ama hükümet dik duruşuyla hiçbirine prim tanımıyordu. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Geriye tek şey kalıyordu. AKP'nin karşısına çıkarılacak bir tampon parti. Yeni seçimlerde AKP ile hükümet kurma arasında bir tampon olması için HDP'yi kullanacaklardı. Nitekim kullandılar da. Yiğitçe, mertçe seçime kendi güçleri ve seçmenleriyle, kendi partileriyle girmek yerine terörizm tabanlı bir partiye destek çıkmayı tercih etmişlerdi. Gözleri aydın olsun diyorum. Amaçlarına ulaştılar. Artık tek parti yok. Kına yakabilirler. 

Seçimler bu senelik büyük ihtimalle bitti. Sonuçlar açıklandıktan sonra bu kesimler herkesin gördüğü üzere üç maymunu oynamaya başladılar. Sanki hiçbir şeyden haberleri yoktu. Varsa yoksa AKP'nin çözüm sürecinde kürtlere tanıdığı toleranslar... Hala söylüyorum AKP tolerans tanımışsa, hizmet götürmüşse silahların susması içindir. Silahların susmaması veya bırakılmaması AKP'nin suçu değildir. Ayrıca HDP'nin meclise girmesi de AKP'nin suçu değildir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin seçme ve seçilme hakkı varsa onların da seçme ve seçilme hakkı vardır. Bu haklarının olması onların illa ki mecliste olmalarını gerektirmez tabi. Normal şartlar altında % 8 i bile zor gören HDP bu seçimlerde destekçilerinin de yardımıyla MHP ile kafa kafaya meclise girmiştir. Böyle bir durum tarihte hiç görülmemiştir. Her ne kadar inkar edilse de bir kulis döndüğü ortadadır.

Demem o ki oyuna gelmeyelim. İçten ve dıştan her türlü hile ile insanları birbirine düşüren kişilerin oltasına takılmayalım. Çerkes, Türk, Laz, Kürt her millet bu topraklarda yüzyıllarca kardeşçe vukuatsız yaşamış. Ta ki I.Dünya Savaşı'na kadar... Orada yangını körükleyen neydi peki? Tabi ki milliyetçilik... Azınlıklar aynı şekilde ayaklandırıldı. Hakları olan özgürlüklerine kavuşmaları gerektiği yalanlarına inandırıldılar. İsyanlar başladı. Sonrasında büyük bir cihan harbi... Sonuç? Özgürlüklerine kavuşanlar oldu evet ama nasıl? Dış güçlerin sömürüsü altında... Çok pişman oldular neticede ama iş işten geçmişti artık. İşte biz de iş işten geçmeden bu kirli oyunlara dur demeliyiz. Gerçek vatan sevdalıları için durmak yok, çalışmaya devam. Bu doğru bildiğimiz yolda yürümeye devam.  

5 Haziran 2015 Cuma

İyilik Yap Denize At



Bir gün Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir deniz kenarında gezerken bir Mecusî'ye denk gelmiş. Mecusî yanına bol miktarda yem almış, denizdeki balıklara yem atıyormuş. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
- Ne yapıyorsun böyle?
- Sevap kazanmak için balıklara yem atıyorum.
- Senin sevap kazanman için, evvela iman etmen lâzım. Sen Müslüman değilsin ki, hangi sevaptan bahsediyorsun?
- Peki benim bu balıklara yem verdiğimi o bahsettiğin Allah görüyor mu?
- O’nun bilmediği, O’nun görmediği bir şey yoktur ki…
- Bu da bana yeter.

Aradan 3-5 sene geçmiş, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri hacca gitmiş. Tavaf ederken bakmış, deniz kenarında balıklara yem atan Mecusî de tavaf ediyor. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri sormuş:

- Burada senin ne işin var?
- O beni gördü.
- Nasıl gördü?
- Sen gittikten sonra içimde bir nûr parladı. Baktım; balıkların hepsi Kelime-i şehâdet getiriyor. Ağaçlara baktım: Kelime-i şehâdet getiriyor, Ben de Kelime-i şehâdet getirmeye başladım. Senin Rabbin beni gördü, O gördüğü için de buraya geldim. Sana bir nasihat vereyim:

İyilik yap denize at, balık görmezse Hâlık görüyor.

4 Haziran 2015 Perşembe

Kabus Görerek Uyanmak Hakkında



İnsan neden geceleri huzursuz olur bilir misiniz? Ya da hiç geceleri kabuslardan ötürü uyanıp kalktığınız ve o kabusların etkisiyle tekrar uykuya dalmayı istemediğiniz oldu mu? Mutlaka olmuştur. Hayatımızın değişik dönemlerinde psikolojik durumumuza bağlı olarak rüyalarımız da şekillenir. Bu bilimsel çevrelerin açıklaması... Peki işin bilimsel olmayan boyutu var mıdır? Evet...

Elhamdulillah müslümanız ve müslüman bir ülkede yaşıyoruz. Hayatımızı her ne kadar O'na göre şekillendirememişsek de Efendiler Efendisi bir Peygamberimiz var. O büyük insana indirilmiş kitabımız Kur'an-ı Kerîm var. Onlara uyarsak doğru yolu buluruz. Onlar neyi beyan etmişse o kesinlikle, tartışma götürmeksizin doğrudur. Hayatımızda her konuda bize yol gösteren rehberlerimiz rüyalarımız konusunda da bizi aydınlatmışlardır. Ben de kabuslar ve geceleri korkarak uyanmalarla ilgili bir kaç bilgi paylaşacağım. Öncelikle rüyanın dinsel boyutu ile başlayalım:

Uykuda görülen şeyler anlamına gelen rüya; bir gerçeğe işaret edebileceği gibi, gerçek dışı veya uyanık iken zihni meşgul eden karışık şeylere de işaret edebilir. Bu itibarla rüyalar; "rüya-yı sadıka (gerçek rüya)" ve "rüya-yı kâzibe (yalancı rüya)" olarak ikiye ayrılır. Sadık rüyalar, Allah’tan; yalancı rüyalar ise, şeytandan veya nefistendir.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da sevgili Peygamberimiz ümmetine rehberlik etmiş, bu ve benzeri durumlarda dua ederek Allah’tan nasıl yardım isteneceği ve ne şekilde hareket edileceğini bizlere öğretmiştir:

Sahabeden Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) diyor ki; Peygamber (s.a.s.)’i şöyle buyururken işittim: 
"Sizden biriniz hoşuna gidecek sevdiği bir rü’ya görünce; -bilsin ki güzel rüya yüce Allah’tandır- bu durumda, ‘Elhamdülillah’ (her türlü övgü Allah’a mahsustur) diyerek Allah’a hamd etsin ve rüyasını sevdiği (salih) insanlara anlatsın. Hoşlanmadığı bir rüya görünce de -bilsin ki o şeytandandır- sol tarafına üç defa üflesin, kötü rüyanın ve Şeytanın şerrinden; 




Okunuşu: E’ûzü billâhi mineş-şeytânir-racîm “(Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım)’ diyerek Allah’a sığınsın ve onu hiç kimseye anlatmasın. O zaman o rüya kendisine zarar vermez.”
(Buhârî, Ta’bîr, 3, 46; Müslim, Rü’yâ, 3; Tirmizî, De’avât, 52; İbni Mâce, Rü’yâ, 3)

***

İmam Mâlik (r.a.)’ten rivayete göre; 
Hâlid İbnu’lVelîd (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.s.)’e: gelerek “Ben uykuda iken korkutuluyorum, ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?” diye sormuş, Peygamberimiz (s.a.s.) de ona şu duayı okuyup Allah’a sığınmasını tavsiye etmiştir: 



Okunuşu: "E’ûzü bi-kelimâtillâhittâmmeti min ğadabihî ve ‘ıkâbihî ve min şerri ‘ıbâdihî ve min hemezâti’şşeyâtîni ve en yehdurûn."

Anlamı: “Allah’ın eksiksiz, tam olan kelimeleri ile O’nun gazabından, ikabından, kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve (beni kötülüğe atan) beraberliklerinden (yanımda hazır bulunmalarından) Allah’a sığınırım!” 

(Malik, Şi’r, 4; Taberanî, el-Mu’cemü’l-Evsat, No:931)

***

Bu duaları okuyalım, ezberleyelim inşallah. Ayrıca Ayet'el Kürsî, Felak ve Nas surelerini de ezberleyelim.

Ayet'el Kürsî:




Okunuşu: Allahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm. Lâ te’huzühû sinetün ve lâ nevm. Lehû mâ fis-semâvâti vemâ fil erd. Menzellezî yeşfeu indehû illâ biiznihi. ya’lemü mâ beyne eydîhim vemâ halfehüm velâ yühîtûne bişey’in min ilmihî illâ bimâ şâe vesia kürsiyyühüssemâvâti vel ard. Velâ yeûdühü hıfzuhumâ ve hüvel aliyyül azîm.

Anlamı: Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. O hayydır, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. O’nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir?
O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (Hiçbir şey O’na gizli kalmaz.) O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar, O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.


Felak Suresi:



Okunuşu: Kul eûzu bi rabbil felak. Min şerri mâ halak. Ve min şerri gâsikın izâ vekab. Ve min şerrin neffâsâti fîl 'ukad. Ve min şerri hâsidin izâ hased.

Anlamı: De ki: “Ben, Felâk’ın Rabbine sığınırım.” Yarattıklarının şerrinden. Ve karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden. Ve düğümlere üfleyenlerin şerrinden. Ve haset ettiği zaman, haset edenin şerrinden.


Nas Suresi:


Okunuşu: Kul e'uzü birabbinnâs. Melikinnâs. İlâhinnâs. Min serrilvesvâsilhannâs. Ellezî yüvesvisü fî sudûrinnâs. Minelcinneti vennâs.

Anlamı: De ki: sığınırım ben insanların Rabbine, İnsanların Melikine [mutlak sahip ve hakimine]. İnsanların İlahına. O sinsi vesvesenin şerrinden, O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım!

Bu sureleri ve duaları okudutan sonra ALLAH'ın izniyle hiç bir kötülük ne uykuda ne de uyanıkken yaklaşamaz. Kâfirlerin bile "Emîn" dedikleri Yüce Peygamberimiz (S.A.V.) söylemişse doğrudur. Bize O'na inanmak ve direktiflerine uymak düşer. ALLAH bizleri doğru yoldan ayırmasın.

Hz. Süleyman ve Hüdhüd kuşu



Hz. Süleyman (a.s) bir gün büyük bir çadır kurduğunda bütün kuşlar gelip hünerlerini tek tek sayıp dökmeye başlamışlar. Her biri hünerini anlatıyor, sonra diğeri geliyormuş. Nihayet sıra hüdhüd kuşuna gelmiş. Hüdhüd : 

- "Ey ulu padişah, dedi. Ben size küçük bir hünerimden bahsedeceğim." 

Hz. Süleyman : 

- "Buyur söyle seni dinliyorum." deyince Hüdhüd:

- "Yükseklerde uçarken baktığımda yerin derinliklerindeki suyu görürürüm, o suyun ne kadar derinlikte olduğunu, renginin nasıl olduğunu, topraktan mı yoksa taştan mı kaynadığını görür, bilirim. Ey ulu padişah sefere gidersen beni yanına al. Sana konaklayacağın yer konusunda faydalı olurum." demiş. 

Hz. Süleyman : 

- "Ey güzel arkadaş, susuz ve uçsuz bucaksız çöllerede bize arkadaş ol böylece bize faydalı olursun." demiş. 

Bunu duyan karga araya girmiş : 

- "Bu zavallı yalan söyleyip yüzünü kara etmektedir, dedi. Çünkü eğer böyle bir hüneri olmuş olsa önce yerdeki tuzağı görüp ona yakalanmaz ve kafeslerde mahkum olmazdı." 

Bunun üzerine Hz. Süleyman : 

- "Ey hüdhüd yaptığını beğendin mi bizim huzurumuzda yalan söylemek olur mu? " diye hüdhüdü azarlamış.

Hüdhüd : 

- "Ey yüce padişah, benim hakkımda karganın söylediklerine inanma. Ben huzurunuzda yalan söylemedim. Dediklerim doğrudur. Benim tuzağı görmeyişimin sebebi kaza ve kaderin gözümü kapatması, aklımı bağlamasıdır. Yoksa elbette ki yerin üstündeki tuzağı görürüm. Fakat ne yazık ki kaza gelince bilgi uykuya dalar, ay tutulur, gün kararır." demiş...

2 Haziran 2015 Salı

Maskenin Ardı



Kimlik bunalımı ne kötü şey!

Kendini bilemiyorsun. Etrafındakileri bilemiyorsun. Doğru – yanlış bilemiyorsun. Sana doğru gelen başkalarına yanlış gelir. Başkalarına doğru gelen sana yanlış gelir. Belirli bir kişi olamıyorsun hayatta. Sürekli başkalarının beğenmelerini istediğin kimliklerle dolaşıyorsun. Taktığın maskeler sebebiyle gerçek yüzünü sen bile unutuyorsun. Maske taktığın yere bakıyorsun, bir de son haline… Nereden nereye!

İyi mi olacaksın kötü mü? Yine bir bunalım. Burada başkalarının beğenmesi ve iyiliği değil kendi iyiliğin giriyor işin içine. Daha doğrusu bencillik… Kırılma noktası budur. İkiyüzlü insanların bile dürüst olduğu anlar vardır: Çıkar çatışmasının muhtemel olduğu anlar. İster tek yüz isterse çok yüzlü olsun, insanlar böyle durumlarda gerçek yüzlerini gösterirler. En doğal ve en vahşi halleri ile karşınıza dikilirler. Tanıyamazsınız. Maskelerin ardındaki canavarı gördüğünüzde artık o kişi tanıdığınız insan olmaktan çıkmıştır. Hayal kırıklığı yaşarsınız. İlk başlarda biraz zorluk çekersiniz duruma alışmaya. Ama sonraları alışırsınız yavaş yavaş. Zira insanoğlu böyledir. Hepimiz böyleyiz. Maskelerimiz vardır. Gerçek yüzlerimizi sadece ALLAH ve biz biliyoruzdur. “Herkes aynı mı?” diye soracaksınız. Hayır. Kiminin tek tük maskesi vardır; kimi ise düzinelerce maskeye sahiptir. Dediğim gibi:  Gerçeği görmek isteyen çıkar çatışması yaratacak bir durum oluştursun ve izlesin kıymet verdiklerini. Görsün onların içindeki vahşiliği…

ALLAH bizleri çok maskeli insanlardan korusun.

1 Haziran 2015 Pazartesi

Sır Saklamak

Sır namustur diye öğretildi bize. Başkalarına ait ne sırlar bizde gizlidir de dışarı vurmayız. Saklarız dipsiz, uçsuz bucaksız zihnimizde. Laf taşımak gibi gelir sırrı açığa vurmak. Kırık bir testiye su doldurunca su sızdırırsa bir daha o testiye su koymazlar. Güvenilir adam olmaktan çıktı mı bir daha asla o insana güvenmezler. 

Sırda dipsiz kuyu gibi olmalı insan. Atılan şeyin sesi bile gelmemeli. Kim sırrını ifşa eden birine tekrar güvenebilir ki? Halk arasında bir söz vardır: "Sırrını söyleme dostuna. Dostunun da dostu vardır; o da söyler dostuna" Aynen öyledir de. Bozuk kasaya para, kırık testiye su konmayacağı gibi ağzı gevşek insana da sır verilmez. 

***

Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı Padişahı gibi, devletin selameti için sefer hazırlıklarını gizli tutarmış. Bir keresinde,vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona: "Sen sır saklamasını bilir misin?" diye sormuş. Vezir, Yavuz’dan cevap alacağı ümidiyle: "Evet Hünkârım, bilirim" dediğinde, Sultan Yavuz cevabı yapıştırmış: "Ben de bilirim."

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Bekleyişler



Hayat bekleyişlerle geçiyor. 
Kimi büyümeyi bekler, kimi iyileşmeyi...
Kimi sabahı bekler güzellikler için, kimi huzur için geceyi... 
Kimi kavuşmayı bekler, kimi kurtulmayı... 
Kimi doymayı bekler, kimi bir lokma ekmeği... 
Kimi sayılı günlerin geçmesini bekler sabırsızlıkla, kimi de güzel günlerin gelmesini bekler sabırla...

Üstad ne güzel anlatmış beklemeyi:
"Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme, artık neye yarar?"


Ben de bekledim ve bekliyorum...
ALLAH izin ve ömür verdikçe bekleyeceğim!



26 Mayıs 2015 Salı

Padişaha Peygamber Efendimiz'in (S.A.V.) Selamı



Yavuz Sultan Selim döneminde ihtiyaç sahibi bir adam varmış. Mübarek adam her gün teheccüde kalkar ve ihtiyacını Allah'a arz edermiş. Adamın geçim sıkıntısı artınca ellerini semaya kaldırarak ''Ey Allah'ım, merhametli olanı merhametsize mi şikayet edeyim, ben kimseden bir şey isteyemiyorum lütfen bana yardım et'' demiş. Gece yattığında rüyasında Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’ i görmüş. Efendimiz (S.A.V.) ona ''Bizim Selim’e selam söyle, dün çekmeyi unuttuğu zikirlerin kefareti olarak sana 1 kese altın versin'' demiş. Adam rüyadan uyanır uyanmaz yola koyulmuş. Günler sonra şehre inmiş ve padişahın sarayına uğramış. Sarayın kapısındaki askerlere ''Yavuz Sultan Selim'e Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) selamını getirdim, onda alacağım var'' demiş. Askerler şaşırmışlar ''Biz bunun doğru olduğunu nereden bilebiliriz ey yaşlı adam'' deyince vezir adamı görmüş ve sultanın huzuruna çıkarmış. Adam Yavuz Sultan Selim'in karşısına geldiğinde sultan hazretleri ne istediğini sormuş. Adam Yavuz Sultan Selim'e dönerek “Resulullah'ı dün rüyamda gördüm bana dedi ki ‘Bizim Selim’e selam söyle, dün çekmeyi unuttuğu zikirlerin kefareti olarak sana 1 kese altın versin’ '' demiş. Yavuz Sultan Selim gerçekten de bir önceki gece çekmesi gereken zikri çekmediğini hatırlamış. Yalnız takıldığı bir nokta varmış. Resulullah'ın ''Bizim Selim'' lafına takılmış sultan hazretleri. ''Resulullah ne dedi bir daha söyle'' demiş. Adam ''Bizim Selim'' dedi demiş. Yavuz Sultan Selim adamın eline 10 kese altın koymuş ve tekrar sormuş ''Resulullah ne dedi?''. Adam ''Bizim Selim'' dedi demiş. Yavuz Sultan Selim 50 kese altın koymuş adamın eline. Tekrar sormuş ve tekrar sormuş. Her ''Bizim Selim'' cevabını aldığında bir o kadar altın daha koymuş adamın eline. Vezir Yavuz Sultan Selim'in kendinden geçtiğini görünce ''Ey adam tamam bu kadar altın sana yeter git artık'' deyince adam gitmiş. Yavuz Sultan Selim kendisine geldiğinde vezire dönerek şunu demiş:
''Resulullah bizi kendisinden sayıyor görüyor musun? Eğer onu göndermeseydin sırf Resulullah'ın ‘Bizim Selim’ sözü için bütün varımı yoğumu o adama verirdim''.

Enerji Emiciler



İnsanoğlu nankördür... 
İnanma, güvenme, çok şey bekleme!
Seversin, sayarsın, adam yerine koyarsın;
İlk fırsatta kuyunu kazarken bulursun.
Neyse dersin,
Büyüklük edersin,
Affedersin...
Yoluna devam edersin.
Çok geçmez, yine bir hainlik,
Yine bir dost kazığı yersin.

Sözüm saf gibi davranıp çevresindekileri sürekli sömüren, onların hayat enerjilerini bitiren ve ağzını açtığında felaket tellâllığı yaparak kaostan beslenen kişilere!.. 

Şunu unutmayın ki çevrenizdeki insanların beyni en az sizinki kadar çalışıyor. Vurguluyorum en az sizin kadar; en az... Küçük hesaplarınızla geniş gönüllü insanların huzurunu kaçırmayın.Samimi olduğunuz ve gözlemleme yeteneği olan herkes az buçuk karakter analizi yapabilmektedir. Yalanlarınızı, yalan söylerken yaptığınız mimik ve hareketleri mutlaka ezberlemişlerdir. Siz ipuçlarını saklayacak kadar zeki olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Sanmaya devam edin. 

Hepimizin hayatında böyle enerji düşmanları vardır. İyi niyetimizi suîistimâl ederek bizi kullandıklarını sanırlar. Kendilerini çok zeki görürler. Halbuki onların yetkileri bizim tolerans gösterdiğimiz yere kadardır. Tolerans sınırlarını belirttiğimizde ise çok değiştiğimizi söylerler.Bu doğanın değişmeyen kanunudur. 

Sigmund Freud'un dediği gibi:
"İnsanlar sizi eskisi gibi kullanamadıklarında, değiştiğinizi söylerler."

24 Mayıs 2015 Pazar

ALLAH'ın Koruması Mutlaktır



Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor. Çok korkmuştum. Beni onun şerrinden koruması için Cenab-ı Hak'ka sığındım. Akrep nehre geldiğinde, sudan büyük bir kurbağa çıkıp akrebe doğru geldi.

Akrep kurbağanın sırtına binip suyun üzerinde yüzüp gittiler. Bu bana çok şaşırtıcı gelmişti. Ben de onların nehrin kenarında takip ettim. Nehrin karşı yakasına geçtiklerinde, akrep kurbağayı bırakıp dalları büyük, gölgesi çok olan bir ağacın yanına gitti.

Bir de baktım ki, ağacın altında Allah'a asi bir genç mışıl mışıl uyuyor. Kendi kendime: "La havle vela kuvvete illa billah. Bu akrep nehrin ötesinden buraya kadar, bu genci sokmak için geldi" dedim ve içimden, akrep gence yaklaştığı zaman hemen akrebi öldürmeğe karar verdim. Akrebe yakın bir yerde durdum. Bir de baktım ki karşıdan büyük bir yılan, genci öldürmek için, gence doğru geliyor. Bu sırada akrep yılanın üzerine hücum etti ve başını sokmaya başladı. Akrep yılanın ölmesine kadar başını sokmaya devam etti. Yılan öldükten sonra akrep nehre döndü. Kurbağa da onu orada bekliyordu. Akrep tekrar kurbağaya binip nehrin öte yanına geçti. Ben de arkalarında bakakaldım.

Sonra gencin yanına geldim, o hala uyuyordu, akabinde başucunda kendi kendime şöyle dedim:

- Ey uyuyan genç; Allah seni, sen fark etmesen de karanlığın içindeki her türlü kötülükten korur. Sen uyusan bile Allah uyumaz. O kullarına çok merhametlidir. Dedim.

Genç benim bu sözlerim üzerine uyandı ve başından geçen olayları kendisine anlattım. Genç hemen tövbe etti. Bütün yapmış olduğu kötü davranışlarından vazgeçip, iyilerden oldu ve ölünceye kadar hayatı böyle devam etti. Allah ona rahmet etsin

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Ebu Hanife'nin Babası



Şemseddin-i Sivasî'nin "Menakıh-i İmam-ı A’zam" isimli eserinde şöyle anlatılmaktadır:

İmam-ı A’zamın babası Sabit (rahmetullahi aleyh) küçük yaştan beri ahlakı temiz, takva ve vera sahibi biriydi. Yüzü gayet nurlu olup zühdü, salahı ve ilmi pek çok idi.

Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Abdestten sonra suda çürüyüp gidecek olan bu elmayı alıp yedi. Fakat tükürüğünde kan gördü. Şimdiye kadar böyle bir hâl görmediği için tükürükteki kanın bu elmadan ileri geldiğini tahmin etti.

Yediğine pişman oldu. Elmanın sahibini bulup helalleşmek için dere boyunca gitti. Nihayet yediği elmaya benzeyen bir meyve bahçesi gördü. Sahibini sordu. Bu zatın gayet cömert ve ihsan sahibi olduğunu, hatta ağaçta bulunan bütün elmaları toplayıp götürülse yine bir şey demeyeceğini, bir elmanın ne ehemmiyeti olacağını söylediler. Buna rağmen elmanın sahibini buldu, meseleyi anlattı, ya parasını almasını veya hakkını helal etmesini istedi.

Bahçe sahibi gencin bu halini görünce takva ve verasının doğru olup olmadığını öğrenmek için şöyle dedi:

- Yediğin elmam için ne vereceksin?

Genç:

- Altın, gümüş neyim olsa veririm.

Bahçe sahibi:

- Ben altın gümüş istemem ama, eğer kıyamette senden davacı olmamı istemezsen bir teklifim var, onu kabul etmen gerekir.

Genç:

- Teklifin nedir?

Bahçe sahibi:

- Yapacaksan söyleyeyim...

Genç:

- İslamiyete uygunsa yapabilirim.

Bahçe sahibi:

- Kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var, bununla evlenmeye razı olursan o zaman elmayı sana helal edebilirim. 

Sabit hazretleri ahirete kul hakkıyla gitmemek için bu teklifi kabul etti. Düğün hazırlığı yapıldı. Sabit hazretlerinin ilk gece odaya girmesiyle çıkması bir oldu. Hemen kayınpederine koşup:

- Efendim, bir yanlışlık var galiba, içeride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok, tam tersi! dedi.

Kayınpederi tebessüm ederek:

- Evladım o benim kızımdır, senin de helalindir. Ben sana kör dediysem, o hiç haram görmemiştir. Sağır dediysem, o hiç haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hiç haram konuşmamıştır. Kötürüm dediysem, o hiç harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allahü teâlâ mübarek ve mesut etsin, dedi.

İşte bu evlilikten de İmam-ı A'zam Ebu Hanife dünyaya geldi.

ALLAH'ın selamı, rahmeti, bereketi ve ihsanı sâlih kulların ve sâlih kul dostlarının üzerine olsun.

22 Mayıs 2015 Cuma

Küffarı Korkutan Yeniçeri Kıyafetleri



19.yüzyılda Almanya nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar yaşıyordu.

Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip onlara ait mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.

O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.

Mektupta şöyle denmektedir:

"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."

Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar:

"Fransızlar korkak adamlardir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir."

Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar.

Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur:

"Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."

Bu olay, Mülhaym'lilerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra  Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümlerinde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlamaktadırlar.

21 Mayıs 2015 Perşembe

Bir Dolandırıcılık Hakkında



Arkadaşlar sizlerle son zamanlarda artan dolandırıcılık furyasının son örneğinden bahsedeceğim. Umarım bu yazı ile birkaç kişinin kandırılmasını önleyebilirim. 

Geçtiğimiz Salı (19 Mayıs 2015) günü bir akraba ziyaretindeydim. Yanımda eşim ve kardeşim de vardı. Hoş beş devam eden muhabbetin arasında kardeşim telefonuna baktı. Patronu ona facebook'tan mesaj yazmıştı. Gülümsedi o da yazdı. "Hayırdır?" diye sordum. Patronunun mesaj yazdığını söyledi. Mesajlaşmaya devam ettiler. Derken kardeşimin suratı değişti. Meraklı bir hal aldı. Ne olduğunu sordum. Güya patronu ona bir firmadan indirim kazanabileceği bir link göndermiş. Ayrıca hattının faturalı olup olmadığını da sormuş. Ben de hemen uyardım. "O senin patronun değil. Hemen patronunu ara ve durumu bildir. Arkadaşlarını da uyar kimse bu oyuna gelmesin" dedim. Patronunu aradı. Hakikaten başkası onun adına arkadaş listesindeki insanlara böyle mesajlar yazıyormuş. Son anda aklımıza kuzenimiz geldi. O da kardeşimle aynı şirkette çalışıyordu. Aradım, sordum. "Senden numara istedi mi?" dedim. "Evet" dedi. "Sonrasında bir SMS aldın mı?" diye sordum. Kuzen: "Aldım, EVET yazdım ve gönderdim bile" dedi. Artık çok geçti. Bu, dolandırıcıların yeni oyunuydu. Faturalı hattı olan insanları sanki onların Facebook'tan arkadaşlarıymış gibi konuşarak, indirim, kampanya, çekiliş vs gibi yalanlarla kandırıyor, ardından telefonlarına gelecek mesaja "EVET" yazarak cevap vermelerini tembih ediyorlardı. Arkadaşlarına güvenen masum insanlar da bu oyuna gelerek faturalarına yansıyacak olan en az 92 TL'yi ödemek zorunda kalıyorlardı. 

Benim bu hafta ikinci vukuata denk gelişim. Siz siz olun kardeşiniz, babanız bile olsa sanal ortamda konuştuğunuz insanlardan gelecek herhangi bir maddi beklenti karşısında direk o kimseyi cepten arayın, sorun ve durum hakkında uyarın. Hem siz mağdur olmaktan kurtulun hem de güvendiğiniz insanların sanal hesaplarını kurtarmış olun. 

En önemlisi: Uyanık olun. İnsanlar artık her türlü dolandırıcılık taktiklerini uygular hale gelmiş. Mağdurlardan olmadan önce DÜŞÜNÜN.

Büyük Çerkes Sürgünü






151. yıl dönümünü yaşadığımız Büyük Çerkes Sürgününü bilmeyenler veya merak edenler için birkaç bilgi paylaşmak istiyorum. Umarım faydalı olur.

Kafkasya’yı işgal etmeyi planlayarak yola çıkan Rusları Kafkasyalılar önceleri birer misafir gibi gördüler ve geleneksel tavırlarıyla karşıladılar. Ama, çok geçmeden Rusların kurmak istedikleri yönetim sistemini ve kalıcı yapı değişikliğini anladılar. Kafkasya’nın işgal projesine son şeklini veren Çar Petro’dur. Ve o devirde Terek Nehri, Rusya ve Kafkas halkları ile Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasında bir sınır olarak görülmüştür.

Bu gelişmelere karşı ilk büyük tepki Şeyh Mansur tarafından yapılmıştır. Onun çıkışı Ruslara karşı mücadele ve Rusların yerli halkın ahlakını düzeni bozmalarına karşı bir uyarı mahiyetindeydi ve bir direnişti. Sonunda ne oldu? Şeyh Mansur yakalandı Moskova’ya götürüldü ve 1794 yılında idam edildi.

Kafkasya’nın kaderinde 1828 –29 savaşının önemi büyüktür. Bu bir Osmanlı - Rus savaşıdır. Rusların adamakıllı Güney Kafkaslara doğru yönelmeleri ve Kuban nehrine inmeleri II. Katerina zamanına rastlar. Daha o tarihlerde Rus ilerlemesinin durmayacağı anlaşılmıştır. Fakat 1928-29 savaşında Osmanlı’nın savaşı kaybetmesi ana müdafaa mevkii olan Anapa’nın ve Poti’nin elden gitmesi yani Batı Karadeniz sahillerinin Osmanlı kontrolünden çıkması sonucunda yerli halk tek başına kalmıştır. Bu aşamadaki savaşlar dini bir mahiyet de almış, Gazi Molla, İmam Hamzat ve Şeyh Şamil ile bir süre imamlar savaşı şeklinde devam etmiştir.

Rusya’nın, Kafkasları fethetme nedenleri iyi anlaşılırsa göç ve katliamın da mahiyeti netlik kazanmış olur:

1850’lerde hatta 50’lerden biraz evvel 1848-49’larda Rusya batıya yani bu günkü Romanya’ya doğru ilerlemeye başlamıştır ve orada gittikçe hakimiyetini, etkisini genişletmiştir. Aynı zamanda Kafkas halkı üzerindeki baskılar da artmıştır.

Bu durum 1853’de yeni bir şekil kazanmıştır. Rusya’nın ilerlemesini durdurmak için İngiltere, Fransa, Avusturya ve Osmanlı Devleti birleşerek Rusya’ya karşı Kırım’da savaşmışlar ve Rus orduları yenilmiştir. Sonuçta Rusya, Paris Anlaşmasını imzalayarak artık batıya doğru ilerlemekten vazgeçmiştir. Çünkü karşısında bütün Avrupa durmaktadır. Batıya ilerleyemeyen Çarlık Rusyası doğuya yani orta Asya’ya ve oradan Hindistan’a ilerlemeyi hedeflemiştir.

Ayrıca, burada bir başka neden daha mevcuttur. Paris Antlaşmasıyla Rusya, Batı Hıristiyanlığına dayanamayacağını anlamıştır. Çünkü, bu ilk defa yakın tarihte Hıristiyan Avrupa’nın (Katolik Protestan Avrupa’nın) Ortodoks Hıristiyanlığına karşı cephe alışını gösteriyor. Buna karşılık Rusya da Balkanlar da yaşayan Ortodoks Hıristiyanlığını hedef almıştır. Hem dine hem de dile dayalı Ortodoks ve Slav Birliği hedefi ile Panslavizm ortaya çıkmıştır böylece.

İşte bu büyük hesaplar içinde emeline ulaşacak Rusya’nın önünde en büyük engel Kafkas halkı ve onların her şeye rağmen hürriyetini istiklalini korumak arzularıdır. Her ne kadar batı Kafkasya Osmanlı idaresinde olmuşsa da tüm Osmanlı idaresi süresince Kafkas halkı tamamen otonom yaşamıştır. Balkanlarda Orta Doğuda bir Osmanlı idaresi kurulmuş olmasına karşılık Kafkaslarda böyle bir idare mevcut değildir Osmanlı, daima Kafkaslıların ihtiyaç, karakter ve geçmişlerini göz önünde tutarak onlara tam manasıyla otonomi vermişti.

Müslüman Kafkas halkının Rusya’ya boyun eğmek istememesi diğer taraftan Osmanlıyla Türklerle çok yakın ilişkilerini karşılıklı savunmalarını ve yardımlaşmalarını sürdürmesi Rusları telaşlandırmıştır. Şayet Rusya batıya gider bir cephe açar ve yahutta doğuya Orta Asya’ya giderse ortada onun arkasında daima ve daima tehlike arz eden bir halk kalacaktır. Bu da Kafkas Müslüman halkıdır. Bundan az bir süre evvel Baryatinski’nin mektupları yayınlandı. Şeyh Şamil’e karşı mücadeleyi yürüten ve onu mağlup eden Baryatinski’nin tavsiye mahiyetindeki mektuplarında yöre halkının ezilmesini ve ondan sonra yok edilmesini tavsiye etmektedir.

Şeyh Şamil mağlup olduktan sonra şüphesiz Kafkasya’da direniş yer yer halka kalmıştır. Malumunuz, bu savaşın tarihini inceleyenler bilirler Kabarday’ı işgal ettikten sonra yani Dağıstan’la Batı Kafkaslar birbirinden ayrılınca artık ne Şeyh Şamil’in Çerkeslere ne Çerkeslerin Şeyh Şamil’e ne de Osmanlının Şeyh Şamil’e yardımına imkân kalmamıştı.

Batı Kafkasya’nın Doğu ile ilişkisini kestikten sonra, Rusya bu işlerin diplomatik tarafını da hazırlamakta kusur etmemiştir. Ruslar eskiden olduğu gibi bugün de çok usta diplomattırlar, küçümsememek lazım. 1859’da Rusya, Osmanlı Devleti’ne bazı Müslüman grupların Kafkasya’dan Osmanlı Devletine göçmelerine müsaade istedi. Hemen bir yıl sonra da 1860 Rus sefiri Melikof Osmanlı Devletine bir anlaşma teklif etti. Bu anlaşmaya göre (Melikof’un sunduğu bilgilere göre) savaştan zarar görmüş, yerlerinden edilmiş, 40 bin kadar Müslüman güç durumdaymış ve bunlar yeni bir yere yani Osmanlı Devletine göçmek istiyorlarmış ve bu konuda padişah bir anlaşma imzalar mı? Abdülmecid’e sunulan bilgi budur. Bu uzlaşmaya dayanarak Ruslar, “Efendim biz bunu Osmanlı Devleti ile yaptığımız bir anlaşmaya dayandırarak yapıyoruz” dediler. Bazı meslektaşlar Rusları savunarak “Efendim bu basit bir göçtür” diyorlar ve göçü iki devlet arasında yapılan bir anlaşmaya dayandırıyorlar. Oysa, bu bir anlaşma değildir bir aldatmacadır. Rus’un iyi kullandığı diplomatik bir yoldur.

Adigeler, Abazalar vs. Kafkasya’nın en stratejik yerinde bulunuyordu ve en sağlam direnişi de onlar gösteriyordu. Yerlerinden zorla atıldıkları gibi ordular yavaş yavaş büyük halk kitlelerini denize doğru sürmeye başlamışlardı, çünkü öldüremediklerini vapurlara doldurup gönderecekler böylece Kafkasya onların beğenmediği halklardan temizlenecekti. Yakılan köylerin, öldürülen binlerce insanların haddi hesabı yoktu. Yine İngiliz raporlarında yer alan ifadeler yürek parçalayıcı. Halk, tüm imkanları bitinceye kadar direniyor, mücadele ediyor, savaşıyor, artık çare kalmayınca da, kendilerine tanınan mühlet içinde hiçbir sağlık önlemi olmadan, varını yoğunu terk ederek sahile inmek zorunda kalıyordu. Daha yola çıkmadan açlık, sefalet, hastalık ve kitle ölümleri başlıyordu. Bu bir SOYKIRIMDIR, bir VAHŞETTİR.

Sahilde bindirildikleri gemilerin bir kısmı o kadar çok kişi aldı ki battı; örneğin 2000 yolcu ile yola çıkan Spinks gemisi batınca ancak 200 kişi kurtulabilmiştir. Samsun ve Trabzon ana çıkış limanlarıydı, bu limanlara gelenler hastalığa tutuldu, yine İngiliz raporlarına göre her limanda günde ölenlerin sayısı 200 - 250 –300 kişi civarındadır. Kafkaslardan o tarihlerde ve ondan sonraki tarihlerde 2 milyon ile 2.500.000 arasında insan göç ettirilmiştir. Gelen muhacirlerin büyük kısmı Anadolu’ya yerleştirilmiştir. Rumeli’ye yerleştirilenlerin Çerkes sayısı 400.000 civarındadır. Bu halk 14- 15 sene sonra 77-78 harpleri sonucunda tekrar bir hicrete mahkum edilmiştir. Bu da acılarla dolu bir göçtür. Yeniden göç etmeye mecbur bırakılan Çerkes’ler daha çok Suriye, İsrail, Ürdün, Libya gibi yerlere yerleştirilmiştir. Şeriya nehrinin iki tarafına ve Kuneytra gibi yerlere… Bu halk oralarda da yine bir sürü felaketle karşılaşmıştır.

İşte göç edenler yetişebildikleri yerlerde türlü türlü zorluklarla başa çıkmışlardır. Peki ya göç edemeyenler? Göç sırasında bir milyon kadar Çerkes yollarda hayatını kaybetmiştir. Hastalık, deniz, savaşta vs. bu korkunç büyük bir rakamdır. Ve kimse bu konuyu ele alıp incelememiştir. Ermeni katliamından söz edenlerin biraz da bu masum halkın başına gelenleri düşünmesi gerekmez mi? Bu noktada asıl sorumluluk bize düşüyor. Ne güne duruyoruz? Tarihi gerçekleri dünyayı anlatalım ki, karşılığını da alabilelim.

Çerkesler Rusların önünden kaçmış halklar değildir. Tarihte örneği olmayan bir vatan savaşı vermiş ve kaybettiği için de ülkelerinden zorla çıkartılmış bir halktır. Bu olaya “göç” dediğimize bakmayın aslında “sürgün” kavramı bile zayıf kalır. Ancak “soykırım” ve “katliam” bu olayların karşılığı olabilir. Soykırımı unutmayalım unuttturmayalım!