"İnsan özgür olmadıkça mutlu olamaz" (Dante)

24 Ocak 2015 Cumartesi

Mevlana'dan (Arkadaşlık Üzerine)

Padişah iki köle almıştı ucuza. Konuşup değerlerini anlamaya çalıştı. Çünki âdemoğlu dilinin altında gizlidir. Evde inci mi var , buğday mı , akrep-yılan mı dolu , yoksa altın hazinesi mi?… Kapı açıldığında içerisini gösterir ya!… Bedenin kapısı da ağızdır. Kölenin biri konuşmaya başladı, zeki ve tatlı sözlü idi. Düşünmeden öyle sözler  söylemekteydi ki , başkaları beşyüz defa düşünüp ancak öylesini söyleyebilirlerdi. Sanki içinde denizler var,  onlarda incilerle dolu idi. Onda parlayan her incinin nûru, Hak ile bâtılı ayırır, o nur  kimde olsa  her sualin cevabını da verebilirdi.

Diğer köleyi yanına çağırdı padişah, huzura getirildi. Ağzı kokuyor, dişleri de kapkaraydı. Yokladı biraz, pek hoşlanmadı ama, nesi var  nesi yok anlamak için sırlarını araştırmaya başladı.  Önceden yokladığı zeki köleyi :

-Haydi hamam git, yıkan , temizlen. Yeni elbiseler giy , diyerek uzaklaştırırken , ağzı kokan köleye dedi ki :

-Bak bu gönderdiğim köle senin hakkında : “Hırsızdır, doğru adam değildir. Münasebetsiz hareketlerde bulunur, ahlaksızdır, lânetin tekidir, şöyledir, böyledir1…” diyerek az kalsın beni senden soğutacaktı, ne dersin arkadaşının sözleri hakkında?…

-Padişahım , olabilir ki  bende bazı ayıplı şeyler görmüştür. O daima doğruyu söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim. Yaratılışında var doğruluk. Ne derse desin , aslı yok diyemem. Kusuru üzerime alırım doğrusu. Göremediğim kusurlarımdır derim. Kendi yüzümü göremem lâkin senin yüzünü görürüm, sende benim yüzümü görürsün. Kendi yüzünü görene ; ne mutlu!… Ölse bile nûru bâkidir. Çünki onun görüşü Hak görüşüdür.

Padişah dedi ki :

-Şimdi o senin ayıplarını söylediği gibi , sen de onun ayıplarını söyle ki , dostum olduğunu bileyim.

Köle dedi ki :

-Padişahım , o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da, kusurlarını söyleyeyim : Sevgi , vefa , insanlık , doğruluk , zeka , ve dostluktur.  En önemsiz kusuru cömertlik  ve düşkünlere yardım etmektir.  Ama ne cömertlik ?… Canını bile verir.

Padişah dedi ki :

-Arkadaşını öğmede bu kadar ileri gitme. Onu öğerken de kendini de methetmeye kalkışma. Çünki onu imtihana çekersem utanırsın?…

Köle dedi ki .

-Hüküm ve kudret sahibi , bağışlayan ve acıyan Allah’a andolsun !… Nebi ve Resulleri ihtiyacı olduğundan değil, fazlından , kereminden gönderen , ayaklar altında ki topraktan yüce padişahlar yaratan ,  onları topraktan yaratılan mahlûkatın tabiatından arıtan , gök ehlinin derecelerinden üstün kılan Allah’a andolsun ki ; kapı yoldaşım ve dostum , bu benim sözlerimden yüz kat daha üstündür.  Ben ancak onun vasıflarından bilebildiklerimi söyledim. Fakat ey kerem sahibi ; inanmıyorsan ne yapa bilirim ki ?…

Padişah dedi ki :

-Şimdi artık kendi halinden bahset. Ne vakte dek şunun bunun durumunu anlatacaksın?…  Söyle bakalım , senin neyin var?… Ne elde ettin , denizin dibinden ne inciler getirdin?…

Ölüm günü duygu kalmaz;can nûrun var mı ki gönlüne yar olsun?..

Mezarda göze toprak dolar ; kabrini aydınlatacak nûrun var mı?..

Bu elin ayağın gidince;can kuşunu uçuracak kanadın var mı?…

Bu hayvâni can gidince;yerine koyacak bâki canın var mı?…

Her şey bir sebepler ve sonuçları şeklinde zuhura çıkar ama Allah bunu avamdan gizledi, kendi haslarından değil. Ben de bir emiri tuzağa düşürmek istersem emirlerden gizlerim ama, vezirden saklamam. Ben bilirim ama, sen de bir nişane ver?…

Köle dedi ki :

-Madem ki olanı biteni olduğu gibi biliyorsun , peki beni söyletmeden amacın nedir?…

Padişah dedi ki :

-Dünyayı izhar etmekte ki hikmet, Allah’ın ilmindekileri izhar etmektir. Fiilleri açığa çıkarma zorunluluğu, sırrının açığa çıkması içindir.

Öbür köle hamamdan gelince padişah, onu da diğerinin bulunmadığı zamanda huzura çağırdı, dedi ki:

-Sıhhatler olsun, afiyetler olsun. Ne de lâtif, zarif ve güzelsin. Fakat yazık , öbür kölenin söyleyip durduğu kötü huyların da olmasa ne olurdu?…

Köle dedi ki :

-Padişahım , o dinsizin hakkımda söylediklerini bir parçacık anlat!…

Padişah :

-Önce ikiyüzlülüğünü anlattı. Güya sen görünüşte deva, ama aslında bir dert imişsin!… dedi.

Köle, dostunun nasıl kötülediğini bu şekilde padişahtan duyunca derhal kızdı, köpürdü!… Onun aleyhinde bulunma dalgasına düştü. Nihayet hadden aştı dedi ki :

-O önceleri benimle dosttu!… Kıtlıkta kalmış köpek gibi hayli pislik yemişti!…

Durmaksızın onun aleyhinde konuşmaya devam edince padişah, elini ağzına götürüp :

-Kâfi! dedi. Bu sınamayla onu da anladım, seni de!…  Onun ağzı kokmuş ama, senin canın kokmuş!.. Ey kokuşuk canlı !… Uzakta otur.  O âmir olsun , sen onun memuru ol!…

(Mesnevi)




18 Ocak 2015 Pazar

Kıssadan Hisse - İhtiyar ve Padişah


Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına Baş vezirini alıp yola çıkmış.

Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.

Padişah, ihtiyarı selamlamış:

"Selamunaleykum ey pir'i fani..."
"Aleykumselam ey serdar'ı cihan..."

Padişah sormuş: "Altılarda ne yaptın?"
İhtiyar: "Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..." demiş.

Padişah gene sormuş: "Geceleri kalkmadın mı?"
İhtiyar: "Kalktık... Lakin, ellere yaradı..." demiş.

Padişah gülmüş:
"Bir kaz göndersem yolar mısın?" diye sormuş.
İhtiyar cevaplamış: "Hem de ciyaklatmadan..."

Padişahla Başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar.

Padişah Başvezire dönmüş: "Ne konuştuğumuzu anladın mı?" diye sormuş.
Başvezir: "Hayır padişahım..." demiş. Padişah sinirlenmiş: "Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım." diyerek başvezire kızmış. Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyormuş. Yanına gitmiş ve merakla sormuş:
"Ne konuştunuz siz padişahla..."

Adam, başveziri şöyle bir süzmüş:
"Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim." demiş.

Başvezir, yüz altın vermiş. Ardından sormaya başlamış: "Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu?"

İhtiyar: "Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi." demiş.

Vezir kafasını kaşımış. Sonra bir soru daha sormuş: "Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?..."
İhtiyar, bu soru için de bir yüz altın alarak cevaplamış: "Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim."

Vezir bir soru daha sormuş: "Geceleri kalkmadın mı ne demek?"

İhtiyar bir yüz altın daha almış ve cevaplamış yine: "Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim..."

Vezir gene kafasını sallamış. Yine sormuş: "Peki 'Bir kaz göndersem yolar mısın', o ne demek?"

İhtiyar gülmüş ve: "Onu da sen bul..." demiş.



17 Ocak 2015 Cumartesi

Genç Müridin Garip Yolculuğu

Vaktiyle bir dergâhta kendini ALLAH'a adamış bir genç varmış. Hikmetleri ve kerametleri bolca olan bir ALLAH dostunun yanında ilim-irfan öğrenirmiş bu genç. Günün birinde hocası onu alış-veriş için kasabaya yollamış.  Dergah kasabadan yarım gün mesafe uzaktaymış. Genç hazırlıklarını yapıp yola çıkmış. Kasabadan alış-veriş yaptıktan sonra dergaha dönerken yorum ve açıklaması kendisi için imkânsız olan bir takım olaylarla karşılaşmış:

Birinci olay şu imiş: Bazı kimseler bir tarlaya buğday ekiyorlar, ekilen buğdaylar hemen yetişip olgunlaşıyormuş. Onlar da hiç vakit kaybetmeden hasat ediyorlar, sonra bunları ateşe verip yakıyorlarmış.

Şaşırmış yoluna devam etmiş. Biraz daha ileride ikinci olaya şahit olmuş: Bir adam büyük bir taşı kaldırmaya çalışıyor fakat kaldıramıyormuş; ama bu taşa bir tane daha ekleyince kaldırabiliyormuş, bir üçüncüyü de ekleyince daha rahat kaldırabiliyormuş.

"Fesubhanallah!" demiş yoluna devam etmiş genç. Biraz daha ilerledikten sonra da bir başka olaya denk gelmiş: Bir adam bir koyuna binmiş, onun üzerine birkaç kişi daha binmiş koşturuyorlarmış. Arkalarından birileri de onlara yetişmek için çabalıyormuş ama yetişemiyorlarmış.

Genç bunlarla kafası karışmış bir halde uzun yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadan dergâhın kapısına gelmiş. İçeri girdiğinde hocası kendisini karşılamış. Yolculuğun nasıl geçtiğini sormuş. Aslında haberdarmış olanlardan, hak dostu kerametlerinden birini daha gerçekleştirmiş. Ancak genç müridine bir ders vermek için sormuş olanları. Genç yolda gördüğü herşeyi anlatmış. Bunun üzerine ALLAH dostu bu genç adama rastladığı olayları bir bir açıklamış:

“Senin yolda ilk rastladığın buğday ekip hemen hasat eden ve sonra ateşe verip yakan insanlar, iyilik edip de onu sağda solda konuşarak değerini sıfıra indiren insanları simgeliyor. Sen sen ol iyiliğini hiç bir yerde ifşa etme.

İkinci gördüğün taş kaldırmaya çalışan kimse de şunu anlatır: İnsana ilk işlediği günah ağır gelir, onun altında ezilir. Ama ona tevbe etmeden başka günahlar işlemeye devam ederse artık o günahlar ona hafif gelmeye başlar. Sen sen ol günahlarını tekrar etme. Tevbesinde sebat edenlerden ol!

Koyun ve ona binenlere gelince, koyun cennet hayvanıdır. Sırtındakileri cennete taşımaktadır. Koyuna ilk defa binen alimlerdir, ondan sonra binenler her sınıftan müminlerdir. Bunlara yetişmek için koşanlar ise inançsızlardır. Sen sen ol ALLAH yolundan ayrılma. Yoldan bir çıkarsan bir daha yola girmen zorlaşır!"



16 Ocak 2015 Cuma

Üç Nasihat

Çok uzun yıllar önce, küçük bir kasabada mütevazi bir evde karısıyla yaşayan fakir bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacı ile yaşadığı ülkeden uzaklara gitmiş. Karısı ve geleceği için yıllarca çalışmış. Sonunda memleketine dönme zamanı gelmiş. Bu çalışma sürecinde toplam 3000 akçe biriktirebilmiş ve evinin yolunu tutmuş.

Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş. Yolda yürürken köşe başında birisi "Bir nasihat bin akçe, bir nasihat bin akçe" diye bağırıyormuş. Adam düşünmüş: "Nasıl olur, bir nasihatı bin akçeye satarlar, ben yıllarca çalıştım ve sadece 3000 akçe biriktirdim" Bu işe pek aklı ermemiş ama merak işte. Duramamış ve adama bin akçe vererek o nasihati satın almış. Nasihat "KADERDE NE VAR İSE O ÇIKAR" imiş. Adam şaşkın bir halde yoluna devam etmiş...
İleride yine köşe başında başka biri bağırıyormuş "bir nasihat bin akçe" diye. Adam yine dayanamamış bin akçe de o nasihat tüccarına vermiş ve ikinci nasihati de satın almış. Ikinci nasihat: GÖNÜL KİMİ SEVERSE GÜZEL ODUR" imiş. Adam son kalan bin akçesi ile yoluna devam etmiş.
Şehrin çıkışında bir köşe başında bir nasihati bin akçeye satan birini daha görmüş. Adam bir parasına bakmış, bir de nasihati satan şahsa... Dayanamamış ve kalan son akçeleriyle de o nasihati satın almış. Son nasihat de:"HİÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ". Parasız yoluna devam etmiş.

Şehrin çıkışında büyük bir topluluk ile karşılaşmış. Topluluk telaş içindeymiş. Yaklaşmış ve oradakilerden birine neler olduğunu sormuş. Oradan birisi açıklamış, demiş ki: "Burada şehrin tüm su ihtiyacını karşılayan bir kuyu var, ama kuyunun içinde de bir canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor. Aşağıya kim indiyse bir türlü çıkamadı. Şimdi herkes korkuyor aşağı inmeye"
Adam düşünmüş ve ilk satın aldığı nasihat aklına gelmiş: "Kaderde ne var ise o çıkar" deyip aşağı inmeye karar vermiş. İnince canavar adamı hemen yakalamış ve yuvasına götürmüş. Demiş ki: "Buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler. Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım." Bir dizine sarışın, dünya güzeli bir kadın, diğer dizine de bir kurbağa koymuş ve "Söyle bakalım hangisi güzel?" demiş. Adam düşünürken aklına ikinci aldığı nasihat gelmiş ve "Gönül kimi severse güzel odur" demiş. Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar, kurbağanın gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu bırakmış. Kuyudan çıkmayı başaran ve ahaliye suyu geri getiren adamı almışlar padişaha götürmüşler. Padişah adamı tebrik ederek sarayında misafir etmiş ve ona ağırlığınca altın hediye etmiş.
Adamımız yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış. Evinin camından içeri bakmış. Bir de ne görsün; karısı genç biri ile diz dize oturuyor. Hemen kılıcını çekmiş ve tam içeri girecekken üçüncü nasihat aklına gelmiş "Hiçbir iş aceleye gelmez". Kılıcını kınına koymuş ve içeri girmiş. Hoş beşten sonra karısına o genci sormuş. Kadın da: "Bey sen gittiğinde ben hamileydim ve bir oğlumuz oldu. Bu genç senin oğlun" demiş.



Hz. Süleyman ve karınca


Hz. Süleyman yanındakilere bir karıncanın bir sene boyunca ne yiyeceğini sormuş.

- "Bir Buğday" demişler.

O da denemek için bir karıncayı bir kutuya koymuş ve içine de bir tane buğday atmış.

Bir sene sonra kutuyu açıp baktığında karıncanın, buğdayın sadece yarısını yediğini görmüş.

O’na "Sen, senede bir buğday yemez miydin?" diye sorunca karınca:

- "Ya Süleyman! O rızkımı Rezzak’u Kerim verirken öyle idi. Ama rızık senin vasıtanla gelince, senin ileride ne yapacağını bilemedim. Ya beni unutursan; -ki sen unutabilirsin. Ama Rabbim, mahlukatından kimseyi asla unutmaz. İşte onun için ihtiyatlı davrandım" demiş.



15 Ocak 2015 Perşembe

Kimseyi Beğenmeyen Kız

Çok eskiden uzak diyarlardan birinde, ufak bir kasabada güzelliği dillere destan bir kız varmış. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi, asili, zengini, yakışıklı delikanlıyı reddetmiş bu kız. Kimseleri kendine layık görmüyormuş. Kıza gönlünü kaptırmış, aynı kasabada yaşayan genç bir delikanlı da bu kızı istemiş.  Ama kız onu da beğenmemiş. Bunun üzerine delikanlı yaşadığı kasabadan ayrılmış. Başka biriyle evlenmiş, çocukları olmuş, yeni bir hayat kurmuş.

Aradan yıllar geçmiş. Delikanlı olgunlaşmış, iş güç sahibi olmuş. Bir gün yolu eskiden yaşadığı güzel, şirin kasabaya düşmüş. Aklına bir zamanlar aşık olduğu kız gelmiş, ona ne olduğunu merak etmiş.  Sormuş, soruşturmuş. Tanıdık bir yaşlı adam, güzel, büyük bir gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini ve eşiyle o evde yaşadığını söylemiş. Eski aşık delikanlı, kimseleri beğenmeyen güzel kızın kiminle evlendiğini görmek istemiş. Evin karşısına geçerek beklemeye başlamış. Kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel, çok çirkin ve kaba bir adammış. Üstelik zengin de değilmiş. Delikanlı şaşırmış. Kızın nasıl olup da böyle biriyle evlendiğini merak eden adam, kızın kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış. Kız kapıyı açınca adamı tanımış. Adam sormuş:

- Sen ki hiç birimizi beğenmedin, nice kısmetlerini geri çevirdin, nasıl oldu da böyle biriyle evlendin demiş?

 Kız da ona:

-  Sana cevabı vereceğim fakat önce gül bahçemdeki en güzel gülü koparıp getireceksin, yalnız tek şartım, bahçede ilerlerken geriye dönmeyeceksin.

 Adam peki demiş ve çok güzel güllerin olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Önce çok güzel sarı bir gül görmüş. En güzel gül bu derken biraz ilerde daha güzel kocaman pembe bir gül daha görmüş. Tamam budur işte diye düşünürken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası gözüne ilişmiş. Bir türlü karar verememiş, en güzel çiçeği bulacağım derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş, geriye dönemeyeceği için bahçenin sonunda yaprakları solmuş cılız bir gülü mecburen koparıp kıza götürmüş.

Kız gülü almış ve adama demiş ki:

- Bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulacağını düşünürken ömür geçer de sonunda en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın.

Hayat akarken birçok fırsatla karşılaşırız. Kimi zaman fırsatların değerini bilir, kimi zaman ise birçok fırsatı göremeden kaçırır, yanı başından geçip gideriz. Bir hedefe öylesine kilitleniriz ki karşımıza çıkan diğer fırsatları kaçırırız. Ömür denilen yoldan aynı şartlar altında bir daha geçemeyebiliriz. Bir gün bir bakmışız hedeflediğimiz noktadan da uzaklaşıp çok farklı bir noktaya gelmişiz. Öyle yaşamalıyız öyle kararlar almalıyız ki geriye dönüp baktığımızda kaçırılmış düzinelerce fırsat ve dilimize dolanmış düzinelerce "keşke"ler olmamalı karşımızda.





14 Ocak 2015 Çarşamba

Çingenenin Aşkı

Devrin birinde bir çingene padişahın kızını çarşıda gezerken görmüş ve ona aşık olmuş. Kendine ne kadar telkin ettiyse de "Sen çingenesin, o padişahın kızı. Vazgeç bu sevdadan" diye yine de vazgeçememiş. Günler gecelere karışmış. Gözüne uyku girmez olmuş. Yemeden içmeden kesilmiş. Bir deri bir kemik kalmış aşkından. Çaresizmiş. Aklına halkın hürmet ettiği, hayır duasını aldığı ihtiyar gelmiş. Şehirde mübarek bilinen bu ihtiyar, duası makbul, hatırı sayılır biriymiş. Bir derdi olan o ihtiyara gider derman bulmadan yanından ayrılmazmış. Çingene de ne yapsın, böyle şeylere her ne kadar inanıp itibar etmese de bir umut diyerek gitmiş ihtiyarın yanına. Anlatmış meramını:

"Gözlerime günlerdir uyku girmedi efendim. Yiyemiyor, içemiyorum. İşim gücüm, gecem gündüzüm, o kız oldu sanki. Ne desem gönlüme kâr etmiyor, son bir çare diye geldim size. Size gelen dermansız ayrılmaz diyorlar."

İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan çingeneyi süzmüş. Sonra bir ah çekip çingeneye tebessüm etmiş:

"Kolay evlat kolay, demiş, çaresiz dert olmaz Allah'ın izniyle." Ve tane tane anlatmaya başlamış: "Şehrin girişindeki dağda büyükçe bir mağara var. Oraya gideceksin. Kırk gün boyunca elinde tesbih, Allah! Allah! diyerek sesli bir şekilde zikredeceksin. Yanına kim gelirse gelsin, ne teklif ederse etsin kabul etmeyeceksin kimseyi. Yalnızca padişah gelir de kızıyla evlenmeni isterse o zaman kabul edeceksin. Dediklerimi harfiyyen yerine getirirsen Allah'ın izniyle muradına erersin."

Çingenenin gözleri parlamış birden:
"Sahiden bu kadar kolay mı efendim? Yani o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim? Onunla evlenebilir miyim?"

"Evet" demiş ihtiyar, "Kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir."

Çingene bunu duyar duymaz ihtiyarın elini öperek hemen mağaraya doğru yola çıkmış. Çingenenin yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmiş. Mağaraya gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çökmüş. Dualar etmiş, gözlerini kapatmış, kalbini padişahın kızına bağlamış. Eline tesbihi almış ve dudakları kıpırdamaya başlamış: Allah, Allah, Allah…

Padişahın kızının hayaliyle günler günlere tesbihin taneleri gibi eklenmiş. Mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti sarmış. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyormuş. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyormuş:

"Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah’a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah…”

Aşık gencin ne halde olduğunu merak eden mübarek ihtiyar, mağaraya gelerek genci kontrol etmek istemiş. Bizimkinin gözleri kapalıymış, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşünmüş. Tesbih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sormuş kendine. Bu sırada gözlerini açan çingene, karşısında ihtiyarı görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına
anlatmaya başlamış: "Efendim günlerdir Allah diyorum. Ne gelen var ne giden? Kırk günün yarısı geçti gitti. Sevdiğime kavuşamayacağım sanırım"
İhtiyar umutsuzluğa mahal vermemiş: "Devam evladım. Allah demeye devam. Muradına ereceksin" demiş ve oradan ayrılmış.

Aşık çingene yeniden eline tesbihini almış, gözlerini kapatmış, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru bükmüş, dudakları kıpırdamaya başlamış yine: Allah Allah...

Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış. Nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuş. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetmiş başveziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, derme çatma kulübesinde yaşayan ihtiyarın yolunu tutmuş. Hürmetle diz çökmüş bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlatmış, derman dilemiş. İhtiyar bu duruma için için sevinmiş. Çingenenin işi olmak üzereymiş. Padişaha cevaben: "Hünkârım, gönül erleri mala mülke pek itibar etmezler fakat sahip olduğunuz hazinelerinizi temsilen bir gün ziyaretine gidelim. Şehrin emiri olarak burada kalmasını rica edin. Gerisi Allah Kerîm" demiş.

Hazırlıklar başlamış. Sarayda genç dervişi merak edenler de ziyarette bulunacaklarmış. Bir sandık dolusu altın ile mağaraya doğru yola çıkmışlar. İhtiyar adam önden gitmiş. Genci uyarmak için. Mağaraya gelmiş. Çingeneye: "Bak padişah ve kafilesi buraya doğru yola çıkmış geliyor, ne teklif ederlerse sakın kabul etme. Bir tek kızını teklif ederse kabul et" demiş. Çingene gözleri kapalı yalnızca başını sallayarak cevap vermiş. Çok geçmeden padişah ve ziyaretçiler mağaranın önüne gelmişler. İhtiyar onları içeri buyur etmiş. Çingene yine tesbih elinde, gözleri yarı açık bir halde gelenleri süzmüş. Padişah öne çıkarak kendini tanıtmış. Alimlere, salih kişilere saygı duyduğunu, onları şehrinde misafir etmek istediğini belirtmiş. Çingeneden de şehirde kalmasını rica etmiş. Çingene göz ucuyla ihtiyara bakmış. İhtiyar kaşlarını kaldırarak kabul etmemesini işaret etmiş.

"İstemem hünkârım!" diyebilmiş cılız bir sesle çingene.

Padişah biraz bozulmuş. Sonra altın sandığını taşıyan adamlarına işaret etmiş. Altın sandığı çingenenin önüne konmuş ve kapağı açılmış. Çil çil altınlar çingenenin tam önündeymiş. Ömür boyu çalışsa bu kadar altını bir arada göremezmiş. Göz ucuyla yine ihtiyara bakmış çingene. İhtiyar yine kaşlarını kaldırıp kabul etmemesini işaret etmiş.

"İstemem hünkârım!" demiş yine çingene.

Padişah yanındakilere mahcup olmuş yine. Utana sıkıla tekliflerine devam etmiş. Çiftlik kurmayı teklif etmiş, sarayda devamlı ağırlamayı teklif etmiş, vezirlik teklif etmiş. Fakat nafile. Hiçbiri kabul görmemiş çingene tarafından. Padişah ihtiyara dönmüş: "Ne yapayım ben şimdi?" demiş. İhtiyar fırsatın şimdi geldiğini anlamış ve:
"Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım?" demiş.

Padişah çaresizce: "Nasıl yani, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?" diye sormuş.
İhtiyar gözleri parlayarak "Denemekte fayda var  hünkârım" demiş.

Padişah dermanı kesilmiş bir ses tonuyla:
"Efendim, benim bir kızım var, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz…" demiş.

Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen şey artık olmuş. İşte artık aşık maşukuna kavuşacakmış, muradına erecekmiş. İhtiyarın gözleri sevinçten dolu dolu olmuş. Gence "İşte bak istediğin artık oldu" der gibi bakmış tebessüm ederek...

Çingene usulca doğrulmuş oturduğu yerden. Etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikmiş, sarhoş gibiymiş. Kendinden emin bir ifadeyle:

"İstemem hünkârım! Kızınızı da istemiyorum" demiş.

Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıvermiş. Padişah mahzunlaşmış, yanındakiler hayretler içindeymiş, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyormuş. İhtiyar da şaşkınmış. Gence doğru gitmiş kulağına fısıldamış:
"Delirdin mi sen? Bak sonunda istediğin oldu. Niye kabul etmiyorsun? Kırk gündür çektiklerin boşa mı gitsin?" demiş.

Çingene ihtiyarın gözlerinin içine bakmış ve:

"Efendim, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahı, vezirlerini, hazinelerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim? Kim bilir ne güzellikler bahşederdi bana. O yüzden ne padişahı ne kızını ne de bir dünyalığı artık istemem" demiş.




13 Ocak 2015 Salı

Tefvizname (Mevla Görelim Neyler, Neylerse Güzel Eyler)

Hak şerleri hayr eyler
Ârif anı seyreyler
Zan etme ki gayreyler
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Sen Hakk’a tevekkül kıl
Sabreyle ve râzı ol
Tevfiz it ve rahat bul
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Kalbin ana berk eyle
Takdîrini derk eyle
Tedbirini terk eyle
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Bil kâdı-i hâcâti
Terk eyle mürâdâtı
Kıl ana münacâtı
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Bir işi murâd itme
Hak’dandır O red itme
Oldıysa inâd itme
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Hakk’ın olıcak işler
Ol hikmetini işler
Boşdur gam u teşvişler
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Hep işleri fâyıkdır
Neylerse muvâkıfdır
Birbirine lâyıkdır
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Dilden gamı dûr eyle
Tefviz-i umûr eyle
Rabbinle huzûr eyle
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Sen adli zulüm sanma
Sabr it sakın o sanma
Teslim ol oda yanma
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Dime şu niçün şöyle
Bak sonuna sabr eyle
Yerincedir ol öyle
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Hiç kimseye hor bakma
Sen nefsine yan çıkma
İncitme gönül yıkma
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Mü’min işi reng olmaz
Ârif dili teng olmaz
Âkıl huyu cenk olmaz
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Hoş sabır cemilimdir
Allah ki vekilimdir
Takdîr kefîlimdir
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Her dilde ânın adı
Her kuladır imdâdı
Her cânda anın yâdı
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Nâçâr kalacak yerde
Dermân ider ol derde
Nâgah açar ol perde
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Her kuluna her anda
Her anda o bir şânda
Geh kahr u geh ihsânda
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Geh mu’ti vu geh mâni’
Geh hâfıd u geh rÂfi’
Geh dârr u gehi nâfi
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Geh abdin ider ârif
Her kalbi O’dur sârif
Geh eymün u geh hâif
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Geh kalbini boş eyler
Geh aşkına düş eyler
Geh halkını hoş eyler
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Az ye az uyu az iç
Dil gülşenine gel güç
Ten mezlebesinden geç
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Bu nâs ile yorulma
Kalbinden ırağ olma
Nefsinle dahi kalma
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Geçmişle geri kalma
Hâl ile dahi olma
Müstakbele hem dalma
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Hem dem âni zikreyle
Hayrân-ı Hak ol söyle
Zirekliği koy şöyle
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Gel hayrete dal bir yol
Koy gafleti hâzır ol
Kendin unut anı bul
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Her sözde bir nasihat var
Her işde ganîmet var
Her nesnede zinet var
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Hep rumuz ve işâretdir
Hep ayn-ı inâyetdir
Hep gâmız ve bişâretdir
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Bil elsine-i halkı
Öğren ebed u hulki
Eklâm-ı Hak ey Hakkı
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler

Vallah güzel etmiş
Tallah güzel etmiş
Billah güzel etmiş
Allah görelim netmiş.Netmişse güzel etmiş.


Erzurumlu İbrahim Hakkı




9 Ocak 2015 Cuma

"ALLAH Türkçe bilmiyor mu?"


Başlığı okuduğunuzda büyük ihtimalle "ne diyor bu?" diyerek merak etmişsinizdir. Hemen hemen aynı cümleyi ben de bir sanatçımızın röportajında okudum ve üzüldüm. Biraz da kızdım. Bir insanın, kendini geliştirmiş bir insanın "ALLAH Türkçe bilmiyor mu?" demesi bence mantıksız...
Şöyle ki: İnsanoğlunun yaratılışından bu yana ona doğru yolu göstermek amacıyla bir sürü Peygamber gönderilmiştir. Kavimlerin cehalet, sapkınlık ve başıboşluktan kurtulmaları için görevlendirilen Peygamberlerin kimine kitaplar verilmiştir, kimine sahaflar... Kimine de kitap verilmeden mevcut inanca destek olmaları için görev verilmiştir. 

Bilindiği üzere en çok sapıtan millet İsrailoğulları olduğundan genelde onlara yönelik (kavimsel) Peygamberler zuhur etmiştir. Ne zaman ki insanlar ALLAH'tan uzaklaşmıştır o zaman bir Yol Gösterici gönderilmiştir onlara. Onlara onların anlayacağı dilden konuşmuştur elçiler.Yine bilindiği üzere dört hak kitap indirilmiştir: Zebur, Tevrat, İncil ve Kur'an-ı Kerim. Bunlar da indirildikleri kavimlerin dilinde nazil olmuşlardır. Yanlış algılanan husus şuradadır: Kur'an-ı Kerim bir kavme değil tüm insanlığa hatta tüm aleme indirilmiş bir Hak kitaptır. İlk ortaya çıkış yeri Arabistan olduğu için ve Peygamber Efendimiz Arap kültüründe yetiştiği için Ayetler Arapça olarak indirilmiştir. Ve yine yanlış algılanan bir husus da şudur: Kur'an-ı Kerim öyle bizim dünya edebiyatının eserleri gibi değildir. İlahi bir dili vardır. Dünya edebiyatında ne dersen yakışır ancak İlahi bir kitap tek bir harfinde bile nice hikmetler barındırır. Dolayısıyla değiştirilmesi ve farklı dillerde ibadetlere uygulanması yanlış olur. 

Gelelim konumuza: ALLAH Türkçe bilmiyor mu? ALLAH duanızı Arapça edin demiyor ki... Dualarımızı dileklerimizi elbette Türkçe yapacağız. Ama ibadetlerimizde okuduğumuz surelerin Türkçe olarak okunması veya başka bir dilde okunması İlahi metni orjinalliğinden çıkarır, anlam eksikliği yaşatır. Çünkü mutlaka her bir harfin, her bir uzatmanın, her bir cezmin ve şeddenin bizim bilemediğimiz hikmetleri vardır. Ayrıca bu işin Arapçası Türkçesi yok... Hak dinin dili Çince indirilmiş olsaydı ibadet dili Çince olacaktı. 

"Okuduğumuzu bilmeden okumak iyi mi sanki?" diyecek olursanız değil derim. Okuduğumuzu elbette bilelim hatta anlamını düşünelim. Ama sadece bilelim. "Bizce şöyle olmalı" demeyelim. ALLAH bu dini indirirken kimseyle pazarlık yapmadı.

Herkes kendi inancından sorumludur. Yarım yamalak bilgilerle günümüz müslümanlarının aklını bulandırmaya hiç gerek yok ve buna kimsenin de hakkı yok. İbadet edecek adam Türkçe Arapça ayırt etmez. Ayrıca namaz sureleri öyle korkulacak kadar zor değil. Bir insan 13 sureyi ezberleyemiyorsa ve buna binaen ibadet dili Türkçe olsun veya başka bir dil olsun diyorsa yazık derim. Bilmemek değil öğrenmemek ayıptır.

Anlamını bilelim, araştıralım, okuyalım, tartışalım ancak dine kendimizce yeni boyutlar katmayalım. Yoksa türlü türlü İncil'leri olan Hıristiyanlardan hiç bir farkımız kalmaz.




Oyunlarımız Gerçek Oldu!


Çocukluk yıllarını özlemeyen yoktur. Dertsiz, tasasız geçirdiğimiz günler ne güzel günlerdi. Düşündüğümüz tek şey o gün hangi oyunu oynayacağımızdı. Ufak tefek şeylerle mutlu olurduk. Ailemizden bir sakız parası aldığımızda bile dünyalar bizim olurdu. Kötülük, kalleşlik nedir bilmezdik. Sadece günü güzel oyunlarla geçirip bir an önce büyümenin hayallerini kurardık; büyümek sanki güzel bir şeymiş gibi...

Şimdi... "En büyük" hayalimiz gerçek oldu: Büyüdük. Oyunlar gerçeklere dönüştü. Çocukken sevdiğimiz insanlarla artık "saklambaç" oynar olduk. İşi düşmesin, rahatımız bozulmasın diye... Saflığımızı kaybettik. Elimize geçen fırsatta beklemedikleri yerlerden vurduk sevdiklerimizi "yakan top" oynar gibi. Başkaları ile birlik olup ortaya aldık onları. Yüklendikçe yüklendik. Gerçi kimi zaman da ortaya alınan olduk. Oyun kuralları gereği sıra bize geldiğinde vuran biz olduk. Çaresizlikten eli kolu bağlı tanıdıklarımıza yerimizi belli etmedik. "Kör ebe" oynar olduk onlarla. Onlar birine tutunabilmek için her uzandığında boşlukta savrulan ellerini gördükçe keyiflendik. Tek bize tutunmasın da biz de ortada çaresiz kalmayalım diye... "Evcilik" oynar gibi türlü türlü roller üstlendik. Kimi zaman yakın bir arkadaş olduk, kimi zaman vefalı bir sevgili. Ama hiç bir zaman kendimiz olamadık.