"İnsan özgür olmadıkça mutlu olamaz" (Dante)

30 Nisan 2015 Perşembe

Nasipten Ötesi Yok!



Devrin birinde orta yaşlarda birisi Kâbe'de hep: "Ey doğruların yardımcısı olan Allah'ım, ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah'ım, sana hamdü sena ederim" diye dua edermiş. Bu durum herkesin dikkatini çekmiş. Merak edenlerden birisi:

- Neden hep aynı duayı ediyorsun, başka bir şey bilmiyor musun? diye sormuş.

Dua eden adam da anlatmaya başlamış:

- Yedi sekiz sene önce yine Kâbe'de iken içi altın dolu bir torba buldum. Tam 1000 altın vardı. İçimden bir ses "bu altınlarla, şunları şunları yaparsın" diyordu. Hayır, dedim kendi kendime, bu benim değil, başkasının malı. Kullanmam haram olur, dedim. Bu sırada yakınlarda adamın biri "Şöyle bir torba bulan var mı?" diye bağırıyordu. Çağırdım onu... "Nasıl bir torbaydı? İçinde ne vardı?" diye sordum. Torbayı tarif etti ve "İçinde 1000 altın vardı" dedi. "Al öyleyse torbanı" diyerek verdim. Adam torbayı açıp içinden bana 30 altın verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. Yanlarına gittim, "Bu köle için ne istiyorsunuz?" dedim. "30 altın" dediler. Adamdan aldığım 30 altını verip genci satın aldım. Aradan bir iki yıl geçmişti. Genç çok çalışkan, çok edepli idi. Onu aldığıma çok memnun olmuştum. Bir gün onunla bir yere giderken karşıdan iki üç kişi göründü. Genç bana dedi ki: "Efendim, ben Fas Emîrinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Beni buldular. Senden beni satın almak isteyecekler. Sen iyi bir insansın, Onlara 30 bin altından aşağıya satma" dedi. O kişiler yanıma geldi, "Bu esiri bize satar mısın?" dediler. "Satarım" dedim. "60 altın verelim" dediler. "Olmaz" dedim. "İyi ama sen bunu 30 altına almadın mı? Biz sana iki mislini veriyoruz" dediler. "Öyleyse gidin pazardan alın" dedim. Arttıra arttıra 20 bin altına kadar çıktılar. "30 binden aşağı olmaz" dedim. Çaresiz kabul ettiler. Altınları verip, genci alıp gittiler. Ben o 30 bin altınla iş yerleri açtım, ticaret yaptım, daha çok zengin oldum. Bir gün bana arkadaşlar: "Çok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim" dediler. Ben de "Olur" dedim. Nikah kıyıldı. Deve yükleri ile çeyizini getirdiler. Çeyiz arasında bir torba dikkatimi çekti. Eşim olacak kıza, "Bu nedir?" diye sordum. O da "İçinde 970 altın var, Babam Kâbe'de bunu kaybetmiş, bulan gence 30 unu vermiş. Kalanını da çeyizime koyayım diye bana hediye etti" dedi. Demek ki bulduğum altınlar benim rızkım imiş. Vermese idim haram yoldan gelecekti, Şimdi helal yoldan yine bana geldi. İşte bu yüzden bana yardım edip, haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yüce Rabbime hep aynı şekilde hamd ederim.

***


27 Nisan 2015 Pazartesi

Dostluk



Dostluk kutsaldır. 
Dili, dini, milleti ne olursa olsun, kişinin tereddüt etmeden canını, malını ve sevdiklerini emanet edebileceği bir dostu olmalı. "Bir dostu" dedim çünkü "dost" kavramı çok farklıdır. Herkesle arkadaşlık yapabilirsiniz ama herkesle dost olamazsınız. Zaten insanın dostunun sayısı da bir elin parmaklarını geçmez, geçmemeli. 

Okul yıllarımdan bu yana yüzlerce arkadaşım olmuştur. Hepsiyle de gayet samimi diyaloglara girmişizdir. Kimi not arkadaşlığı, kimi boş vakit doldurmak için kurulmuş arkadaşlıklardı. Notlarımı paylaştım, kimseden saklamadım. Boş vakitlerimi de kimseden esirgemedim. Fakat okul dönemi bitince geriye yalnızca 11 sağlam dostum kaldı. Düşünün 32 yaşıma yaklaşıyorum ve 11 sağlam dost edinebilmişim. Buna iş hayatından edindiğim 11 kişiyi de eklersek 22 eder :) Şükür... Dost diyebileceğim 22 insan var ömrümde. 

Dostluklar kolay kurulmaz fakat kolay yıkılır. Güvensizlik, uyanıklık ve ihmal... Bir dostluğu zayıflatıp bitirebilecek 3 etkendir. İlk etken; güveninizi sarsan birini dostunuz olarak göremezsiniz veya birinin size olan güvenini sarsmışsanız artık ağzınızla kuş tutsanız o kişi gözünde dost mertebesine erişemezsiniz. İkinci etken; uyanıklık hangi tarafta olursa olsun dostluğu zedeler. Dostlarınıza karşı asla uyanıklık yapmayın. Gerekirse dost için zarara girin ama ASLA uyanıklık yapmayın. Gireceğiniz zarar dostluğunuzu kuvvetlendirebilecekken yapacağınız en ufak bir uyanıklık dostluğunuzu temelden sarsabilir. Üçüncü etken; İhmal... Gözden ırak olan gönülden de ırak olur, derler. Çok doğru bir sözdür. Birbirini aramayan, sormayan dostlar arasına soğukluk girer. Aradaki muhabbet bağı soğudukça samimiyet azalır. Yavaş yavaş yabancılaşmalar başlar. Bu yüzden arayalım ki aranalım. 

Çoğunuzun aklına gelecektir: "Dostluk o kadar basit mi ki ufak bir güvensizlikte, ufak bir uyanıklıkta veya ufak bir ihmalde hemen bozuluversin?" diye. Dostluk kavram olarak basit değildir elbette. Ancak burada işin içine etten kemikten yapılmış insanlar giriyor. Türlü türlü huyları olan insanlar var. O yüzden (kendimiz de dahil olmak üzere) dostlar birbirinden beklentilerini yüksek tutmamalıdır. Beklenti ne kadar yüksek olursa hayal kırıklıkları da o kadar çok olur. Karşımızdakinin de bizim gibi biri olduğunu unutmadan, muhabbet bağını koparmadan güzel dostluklar kurmaya ve bu dostlukları bakîleştirmeye çalışmalıyız. Az olsun öz olsun. Varsın tek tük dostumuz olsun. Yeter ki sağlam olsun.


22 Nisan 2015 Çarşamba

90'larda bir 23 Nisan




90'lı yıllar...

Baharın yeni yeni geldiği, havanın ne sıcak ne de soğuk olduğu günlerdi.
Ankara'nın Mamak - Gülseren mahallesinde yaşıyorduk. İlkokul ikinci sınıftaydım. O dönemlerde ilkokul beşinci sınıfa kadar siyah önlük giyilirdi. Anlayacağınız ben de siyah önlük giyen son öğrencilerdenim. Okulumuzda hummalı hazırlıklar devam ediyordu. Her sınıf kendi pencerelerine ve duvarlarına türlü türlü süslemeler yapıyordu. Öğretmenler ve öğrenciler bir aradaydı. Görev dağılımları yapılmıştı. Kimi halk oyunları gösterilerine hazırlanacaktı, kimi şiir okumak için çalışacaktı, kimi marşların söylenmesi için oluşturulacak koroya girecekti. Ne için mi? 23 Nisan...
Millî bayramlarımızı hepimiz çok severiz. Ama kimse inkar etmesin, törenlere gitmek bize eziyet gibi gelirdi. Aktivitelere katılmaktan ziyade sırada saatlerce ayakta bekletilmek herkesi usandırırdı. Neyse ki büyüdük ve okullar bitti.
O bahar bana da bir görev düşmüştü. Şiir okuyacaktım. 23 Nisan şiiri... Öğretmenimiz günlerce çalıştırmıştı beni. Evde de okuma tekrarları yapıyordum unutmayayım diye. Tören günü gelene kadar hiçbir sorun yoktu. Tören günü gelip çattığında ise işler değişmişti. İçimde bir sıkıntı vardı. Kalabalığın önüne çıkıp şiir okuma fikrinden ziyadesiyle tedirgin olmuştum. Ezberleyemediğimden değil utandığımdan... Tören başlamıştı. Sırasını bekleyen kurbanlıklara benziyordum. Birkaç çocuk kalmıştı sıranın bana gelmesine. Ne yapacağımı düşünürken arkadaşım beni duymuş gibi: "Gel bize gidip oyun oynayalım" demişti. Hiç unutmuyorum. Ben de içimi sıkan heyecandan kurtulmak için törenden kaçmıştım. O dönemlerde meşhur olan kartlar vardı; akranlarım bilir. Futbolcu resimleri çıkan sakızlar satılırdı. İsmini tam hatırlayamadım ama sanırım "GOAL" idi. O sakızlardan biriktirdiği kartlarla oynamıştık işte tören bitene kadar. Okula gitmek için törenin bitmesini beklemiştik. Bitmiştir, herkes dağılmıştır umuduyla okula geldiğimizde beni günlerce çalıştıran öğretmenimin, beni izlemeye gelen annemlerin yanında beklediğini görmüştüm. Çok utanmıştım çok...

Zorluk ve imkansızlıklarla dolu olmasına rağmen güzel günlerdi. Bizim çocukluğumuz sokaklarda oynayabilen neşeli neslin son dönemleriydi. O günlerden aklımda arkadaşlarımla oynadığım oyunlar, rahmetli babaannemle yazları Kur'an-ı Kerîm dersleri konusunda yaptığımız tatlı kavgalar, babamın çalıştığı Arabistan'dan yılda bir ay da olsa izne gelmesini bekleyişlerim, çocuk olmama rağmen anneme hep büyükmüş gibi destek oluşlarım, estiğinde ruhuma işleyen serin rüzgarlar ve doyasıya yaşadığım tazelik hissi kaldı. Tabi bir de tören sonuna yetiştiğim için öğretmenimin yanaklarımı sıkarak bana tatlı sert kızması var :)

NOT: O şiir hala aklımda

Bugün ne mutlu bize,
Haydi hep gülsenize,
Müjde dağa denize,
Geldi 23 Nisan...

Sokaklar dolu bayrak,
Yollara kurulmuş tank,
Şöyle bir etrafına bak,
Geldi 23 Nisan...



17 Nisan 2015 Cuma

Sev de gel...



Zamanında bir genç, Mevlâna'nın kapısına gelip: "Beni müridliğe kabul buyurun efendim" diye rica etmiş. Bunun üzerine Mevlâna gence bakmış ve: "Hiç aşık oldunuz mu evladım?” diye sormuş.
Genç şaşkın bir halde ne diyeceğini bilememiş. "Olmadım efendim" diye cevap vermiş.

Mevlâna, müridliğe kabul edilmesi için önce bir kulu sevmiş olması gerektiği söylemiş ve genci geri göndermiş. Genç ne yapacağını bilemez bir hal içinde oradan ayrılmış.

Ertesi gün tekrar tekkenin kapısını çalmış ve mürid olma isteğini yenilemiş. Mevlâna sualinde ısrarlıymış ve genci tekrar geri göndermiş. Genç yine hüzünlü bir şekilde ayrılmış Mevlâna'nın yanından. Pes etmemiş, ertesi gün yeniden gitmiş tekkeye... Üçüncü kez de tekkenin kapısından çevrilince genç dayanamamış ve Mevlâna' ya bu "aşk" isteğinin hikmetini sormuş.

Mevlâna mütebessim bir çehreyle mürid olmak isteyen gence dönmüş ve:
"Bir kulu dahi sevmekten aciz olan, nasıl yüceler yücesi ALLAH'a aşık olmaya yol bulur? Bir kulun ateşine yanmamış gönül, yüceler yücesinin aşkını nasıl bilsin de yansın? Sev de gel evladım sev de gel" demiş.



Nereden Nereye...


Türk deyince çok eskiden akla önce "Müslüman" tabiri gelirdi. Zira Türk'lerin İslamiyet öncesi inanışları ile İslam arasında çok büyük benzerlikler vardır. "Gök Tanrı" kavramı gibi... Mertlik, dürüstlük, doğruluk ve adalet kişinin hayat şîarı olurdu. Türk - İslam devletlerinin hükmettiği ecnebî milletlerin Türk hâkimiyetini benimsemelerinin nedenlerinden biri de budur. Yani inanç ve yaşayışlarındaki paralellik...

Aradan asırlar geçti. Dünya büyük değişimlere uğradı. Yeni fikirler, yeni idealler... Tabi arada bizim Türk devletinde de değişimler oldu. Meselâ uyanık geçinmeye başladı herkes. Kim kimi ne kadar kandırırsa kâr sayılıyor artık. Eskiden emanete hıyanet etmeyen millet başkalarının elindekilere bile göz diker oldu. Geçen zaman ve Türk devletlerinin kutsî vasıflarını kaldıramayan dış odaklar ektikleri nifak tohumlarının meyvelerini alıyorlar. "Fikir özgürlüğü" ve "sosyal yaşam" adı altında başlayan asimilasyon propagandaları nihayet amacına ulaştı. Bugün kimse kimseye güvenemiyor. Neden? Cevap basit: Dinden uzaklaştırıldık, soğutulduk ve başka fikirlerle donatıldık. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) kendi döneminde bir pazar gezisi sırasında satıcılardan birinin sattığı buğdayları ağır gelsinler diye nemlendirmiş olduğunu anladığında "Bizi aldatan bizden değildir" buyurmuşlardır. Asırlarca bu düstûrla yaşayan müslümanların içine nasıl nifak tohumları atmışlarsa kökleri her tarafı sardı. Artık yerde bulunan cüzdanların sahiplerine teslim edilmesi enayilik sayılıyor. "Devlet malı deniz yemeyen keriz" anlayışı da nifak tohumları arasında... Vatana, millete beş kuruş faydası olmayan adamlar devleti milyonlarca zarara uğratabiliyorlar. Vicdan yok. Din zaten yok. İnsaf tamamen bitik... Üstelik bu dış odaklar kendilerine bir de emniyet subabı eklemeyi de ihmal etmemişler: "Şeriat geri gelirse işiniz biter. Bugünkü rahat hayatı bir daha bulamazsınız"... Şeriatı öyle kötü empoze etmişler ki zihinlere sanki şeriat şeytanın yolu (Haşa!)... Şeriat demek Kur'ân demektir. ALLAH'ın emir ve yasakları demektir. Yüce ALLAH kul hakkına girmememizi emrediyor. Kul hakkı ve şirk dışında bütün günahların affı mümkün. Hal böyleyken neden yeni nesiller hala o eski nifak tohumlarından payını alarak yetişiyor? Suç kimde? Toplumda mı? Ailelerde mi? Aslında suç hepimizde... Bireyler aileleri, aileler de toplumları oluşturur. Dürüst bireylerden dürüst aileler, dürüst ailelerden de dürüst toplumlar meydana gelir.



14 Nisan 2015 Salı

Vatandaşlık Görevimiz



Demokratik bir ülkede yaşıyoruz. Seçimler yaklaştı. Propagandalar başladı. Provokasyonlar arttı.
Bize düşen bu karışık ortamda huzuru bozucu hareketlerden kaçınmak... Yine yakıp yıkacaklar, yine iğneleyici laflar sarf edecekler. Sonuçlarının nerelere vardığını düşünmeden eylemlerine devam edeceklerdir. Bazı kesimler, "Özgür toplum", "Refah seviyesi yüksek toplum" söylemleriyle meydanları yakıp yıkarak toplumun özgürlüklerini kısıtladıklarının ve milletin vergileriyle ödenen devlet mallarına verdikleri zararlarla da refah seviyesine yükselemeyen toplumlara neden olduklarının farkında değiller maalesef...

Toplum huzuru demek devlet huzuru demektir. İnsanların kışkırtmalarına kulak asmadan 7 Haziran 2015 tarihini beklemeliyiz. Ortalığı yakıp yıkarak mesaj vermek isteyenlere sandıkta cevap vermeliyiz. Zira demokratik ülkelerde böyle yapılır. "Özgür düşünce", "Özgür toplum" ve "Özgür irade" kendini sandıkta yine gösterecektir. Kimse merak etmesin.

NOT: Seçmen sandıklarınızı ve nerede oy kullanacağınızı kontrol etmek için tıklayın


OY KULLANIRKEN NELERE DİKKAT ETMELİYİZ?



Bu seçimler de inşallah halkımız için en hayırlı şekilde sonuçlanır. Oy kullanmayı ihmal etmeyin. Unutmayın sizin kullanmayacağınız bir oy desteklemediğiniz partilerin kazanacağı birer oydur.






13 Nisan 2015 Pazartesi

Memleket: Ankara




İnsanın doğduğu yer mi, doyduğu yer mi memleketidir?
İlkokul ve ortaokul yıllarında bu konuyla ilgili birçok kompozisyon yazmışızdır hepimiz. Münazaralar yapılmıştır defalarca... Bir taraf doğduğu yeri savunurken diğer taraf doyduğu yeri savunuyor olurdu. O dönemlerde sadece kavram olarak biliyorduk "doğulan yer" ve "doyulan yeri". Daha yaşamamıştık ki ayrılığı, nereden bilebilirdik ki?
Zaman içine dahil olduğunuz anda hiç geçmiyormuş gibi gelir. Fakat su gibi akıp gitmektedir. Çocukluk dönemimiz de aynen bu şekilde su gibi akıp geçti. Bazen o dönemlere ait karamsarlığa düştüğüm, ikilemde kaldığım noktaları düşünüyorum da; gerçekten çocukça hareket ediyormuşuz. Çünkü hayatın gerçek yüzüyle karşılaşmamıştık henüz. Büyüdükten sonra ise çoğumuzun bu münazara ve kompozisyon konusuna verecek güzel cevaplarımız eminim vardır. Kendi adıma söyleyecek olursam: ben doğduğum yeri doyduğum yerden daha üstün tutuyorum. Ankara'da doğdum ve büyüdüm. Ailem, arkadaşlarım, çocukluğum... Ankara benim geçmişim, kutsalım. Varsın isterse denizi olmasın. Deniz de neymiş? Biz Ankara'yı kara kışları, buz gibi ayazlarıyla sevdik. Canı sıkılan deniz kenarına gidemiyormuş. Gitmeyelim, ne çıkar?.. Eski dostlara bir telefon... Kızılay, Bahçeli, Ulus, Çankaya, Çayyolu... Mutlaka birinde kendini huzurlu hissedeceği bir mekan bulur insan.
Ben şu an Tokat'tayım. Dört yıldır burada çalışıyorum. Alışma sürecini geçeli epey oldu. Alışamadığım bir tek Ankara'sızlık var. Eşin, dostun, akraban bir şekilde yanına gelebilir. Sesini duyurabilirsin veya sesini duyabilirsin. Fakat Ankara öyle değil. Çocukken dinlediğimiz masallardaki diyarlar nasıl hayalimizde kazınmış bir halde kalmışsa Ankara da zihinlerimizde ve yüreklerimizde kazılıdır. Ses etmez. Küsmez. Mütevazı kenttir. Başkenttir evet ama aşırılıkları yoktur. Yaşanılacak yerdir. Şehirdir... O Ankara'dır.
Doğduğu, büyüdüğü ve uzun yıllar yaşadığı şehirden ayrılanlar ne demek istediğimi anlarlar. İnsan otobüs camından bakarken sevdiği şehre veda bile edemiyor. Çünkü veda etmek içinde belki bir daha dönememeyi de ihtiva ediyor. Bu yüzdendir ki Ankara'ya her girişimde içimde biriken mutluluk çığlıkları olurken, ayrılışlarımda hüzün mevsimleri yaşanır. Her seferinde "Bir gün tekrar sana döneceğim Ankara!" diye geçiririm içimden. Gelip gelmeyeceğini ALLAH bilir ama yine de o günün hayalini kuruyorum daima. Doğduğum yere geri dönmenin hayali...


9 Nisan 2015 Perşembe

Bilgisiz Eleştiriler

(İnsanların ön yargı, bilgisiz eleştiri ve yargısız infaz huylarına yönelik paylaşıyorum bu klasik "Ressam - Çırak" hikayesini...)


Usta bir ressamın öğrencisi (çırağı) eğitimini tamamlamış. Ustası ile vedalaşmak üzere yanına gitmiş. Geçen güzel eğitim günlerini konuştuktan sonra büyük usta, onu uğurlarken çırağı "Efendim, ben kendimi nasıl kabul ettireceğim? İnsanlar sanatımı sever mi acaba?" diye sormuş. Usta ressam çırağına gözlerini süzerek bir müddet baktıktan sonra "Yaptığın son resmi, şehrin en kalabalık meydanına koymanı istiyorum" demiş. "Resmin yanına bir de kırmızı kalem bırak. İnsanlara, resmin beğenmedikleri yerlerine bir çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmeyi de unutma" diye eklemiş. Çırak ustasının dediğini yapmış. Son resmini şehrin en kalabalık yerine koymuş. Not ve kalemi de resmin yanına bırakmış.
Öğrenci, bir kaç gün sonra resme bakmaya gitmiş. Resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasının yanına dönmüş. Usta ressam, üzülmeden yeniden resme devam etmesini tavsiye etmiş.
Öğrenci yeniden başka bir resim yapmış. Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş. Fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile bir kaç fırça koymasını söylemiş.
Yanına da, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir not bırakmasını istemiş. Öğrenci ustasının dediğini yapmış. Birkaç gün sonra tekrar resme bakmaya gittiğinde görmüş ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş.

Usta ressam şöyle demiş:
"İlkinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde ise, onlardan müspet, yapıcı, olumlu olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Gördüğün gibi hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Öyleyse,ne yaptığını bilmeyen insanlardan beklememelisin çünkü alamazsın."

8 Nisan 2015 Çarşamba

Çınarın Baharı





Altı asırlık çınar...
Baltalandı, sarsıldı, köklerinin gittiği yerlere kadar dinamitler yerleştirildi. 
O kadar büyüktü ki tek bir infilak yetmezdi onu yok etmeye. Kalıntıları bile tehlikeliydi. Öyle ya, ya yeniden kök salıp filizlenirse? İşlerini her bakımdan sağlama almaları gerekiyordu.
Önce birinci cihan harbini başlattılar. Cephe cephe savaşmış, yine de dayanmıştı Büyük Çınar. Daha fazla baskı olmalıydı. Dıştan saldırıları yetmedi bir de içeriden kurtçuklar yemeye başladı Koca Çınarı... Dışarıdakilerin özenle yerleştirdiği kurtçuklar. Yavaş yavaş yedikleri için kimse fark edemedi zayıflamayı. Nihayetinde de her kurtçuk kendi yerleşim bölgesinde başına buyruk hareket eder oldu. Hayretler devam ediyordu. Çınar hala ayaktaydı. İçten çürümesine, dıştan yaralanmasına rağmen dimdik duruyordu. Büyüklük bunu gerektirirdi. Bir Çerkes atasözü şöyle der: "Madem ki ecel (ölüm) tektir. O halde o tek ecele (ölüme) yiğitlik kat". Aynen de böyleydi Çınar'ın gidişi. Yiğitçe, mertçe... Kendini yıkmaya çalışanlar gibi nâmertçe değil.

Aradan yıllar geçti. Çınarı yıkanlar dönem dönem köklerin yerlerini kontrol ettiler. Yeniden filizlenme var mı acaba, diye. Yoktu, uzunca bir süre de olmamıştı zaten. Köklerin gelişebileceği yerlere zehirler zerk etmişlerdi. Çınarın boy gösterdiği bölgeyi karış karış paylaşmışlardı. Geriye kendilerince faydasız bir alan bırakmışlardı. O da kendi aralarında çatışma yaşanmasın, Çınarın kalıntıları ile yandaşları güçlenmesin diye kalıntıları bölgeden çıkarıldı. Çınarın yerinde yalnızca onu yiyip bitiren kurtçuklar ve yabanî otlar kalmıştı. Uzun yıllar süren mücadele bitmişti. Çınar artık sonsuza kadar yok edilmişti... Ama bilmedikleri bir şey vardı. Çınarın yetiştiği bölge en verimli bölgeydi. Zaten Çınarın tohumu da buralarda atılmıştı. Sağlam ve verimli topraklardaydı yani. 

Talancılar "artık bitti" diye boş vermişlerdi. Kendilerince bitirmişlerdi (!). Çınarın yıkımını bir de kış mevsimine denk getirmişlerdi. Yıkılan Çınarın yeniden yeşermesi kara kışın da etkisiyle tamamen imkansızlaştırılmıştı. Kalmışsa bile tohumlar, kökler veya herhangi Çınar kalıntıları zerk edilen zehrin ve kara kışın etkisiyle ölmüş olabilirdi. 

Aradan zaman geçti. Çınar unutuldu. Zehir etkisini kaybetmeye başladı. Kara kış da yavaş yavaş bitiyordu. Şefkatli toprak yıllarca gölgesinde dinlendiği Çınara son bir iyilik yapmaya niyetliydi. Derinlerinde sakladığı tohumları yavaş yavaş yukarılara çıkarmaya başladı. Gizliden gizliye besledi onları. Çünkü o tohumlar kaliteli tohumlardı. Diğer sonradan yetiştirme "hibrit" tohumlar gibi değildi. Eski Çınarın gücüne birdenbire ulaşmalarını beklemiyordu tabi. Çınar bile altı asırda o hale gelmişti. Yavaş yavaş, sağlam beslenerek, doğru kaynaklardan beslenerek... Hemen baş göstermemeliydi tohumlar. Filizlendiklerini görürlerse anında çökerlerdi tepelerine. Zehirleri boca ederlerdi taze Çınarlara.  O yüzden zehrin etkisinin geçmesini ve kara kışın da bitmesini beklediler. 

Gün bugün...
Baharın müjdecisi kuşlar her yerde.
Bereketli toprak, kutlu yağmurlarla coştu. Sakladığı tohumları artık gün yüzüne çıkarmalıydı. Yeni Çınarlar köklerini yavaş yavaş salmıştı, gelişme dönemi başlamıştı artık. Çünkü zehir gücünü kaybetmiş, kara kış da bitmişti. Çınarlar büyüyecekti, büyümeliydi. Fark edildiklerinde onları kesmeye illa ki birkaç "oduncu" göndereceklerdir. Fakat oduncu hangi birini kessin? Tohumlar o kadar kaliteli, toprak o kadar verimli ki; oduncu her gününü Yeni Çınarları kesmekle geçirse ömrü gibi onlarcası gerekir. Bir değil bin oduncu gelse yine de yetmez. Ne yaparlarsa yapsınlar, Çınarların gelişmesi engellenemeyecek. Gelişen Çınarlar kökleriyle, dallarıyla birbirine kenetlenecek ve nihayet eskisi gibi Büyük bir Çınar teşkîl edecektir. 

Düşmanlar olacaktır.
Yıldırmaya çalışanlar olacaktır. 
Gelişimi engellemeye çalışanlar olacaktır. 
Yollara taş koyanlar olacaktır. 
Pes etmek yok, durmak yok. 

Ne diyor şair:

...
"Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır
Yoktan da vardan da öte bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
  Ey sevgili... "




7 Nisan 2015 Salı

Maskeli İnsanlar


Gerçek yüzünü merak ettiğim o kadar insan var ki... "Nasıl yani?" diyeceksiniz. Anlatayım:

Ben kendimi bildim bileli ikiyüzlü, başkalarının kuyusunu kazan, haksızlık yapan ve işi gücü çevresindekilere zarar vermek olan insanlardan nefret etmişimdir. Çocukluğumdan beri... O dönemlerde "mızıkçılık" olarak tabir edilirdi. Arkadaşlar içinde illa ki bir tane "orijinal" çıkar, oyunu bozardı. Olmadı gider, arkadaşlarını annelerine babalarına şikayet eder, haksız yere azar işitmelerine veya dayak yemelerine sebep olurdu. Hepimiz görmüşüzdür, yaşamışızdır. Şahsen ben böyle tiplemeleri küçükken döverdim. Kız erkek fark etmezdi. Mızıkçılık mı yaptı? Yapıştır tekmeyi. İlkel gibi durduğunu düşünüyordum. Ta ki büyüdükten sonra karşılaştığım mızıkçılara kadar...

İnsanlar küçükken neyseler büyüdüklerinde de o oluyorlar. Karakter doğuştan gelen bir olgu. Ben küçükken ne arkadaşlarımı satmayı ne de suçlu olduklarında ispiyonlamayı doğru bulmazdım. Hala da bulmam. Bana çok ters gelir böyle şeyler. Şimdiye kadar çevremdeki kimsede de pek rastlamamıştım. Fakat iş dünyasına atıldıktan sonra insanların ne kadar değişebileceklerine şahit oldum. "Çiğ süt emmiş" lafı az bile. Özellikle ispiyonlama meselesi... Hiç beklemediğim kişilerden hiç beklemediğim ispiyonlamalar yapıldığını öğrendim. İlk başlarda şaşırıyordum böyle durumlara; sonraları alıştım. Zamanla insanlardan beklentilerimi azalttım. Yani kim ne yaparsa yapsın artık şaşırmıyorum. Zira herkesten herşeyi bekliyorum. Neticede insanoğlu...

İspiyonlama dışında bir de çıkarcılık var. Sizi kullandıklarını düşünen uyanık geçinenler vardır mutlaka. Farkındasınızdır ama kırılmasınlar diye tepki göstermiyorsunuzdur. Onlarsa sizi kandırdıklarını düşünerek enayi yerine koymaya devam ederler. Tabi kendilerince... Kızdığım ikinci tip insanlar da bunlardır işte. Bir tekme de bunlar hak ediyor. Okul hayatı, iş hayatı, özel hayat... Büyüdükçe bu tiplemelerin farkına varıyoruz. Benim anlamadığım böyle insanlar bu tarz davranışları kendilerine nasıl yakıştırabiliyorlar? Çok garip. En çok merak ettiğim konu bu. İnsan neden kötü biri olur? Farkında mıdır, değil midir?

İspiyonlama ve çıkarcılık... İkisinin de ortak bir yanı vardır. İspiyoncu ve çıkarcı kimseler maske takarlar. Aslında çoğumuz maske taşırız. Maskesiz gezmeyiz. Gerçek kimliğimizi bir tek biz biliriz. Ailemiz bile bilmez. Yalnız kaldığımızda aklımızdan geçen fenalıkları bir tek ALLAH bilebilir. O bakımdan maske takanları fazla yadırgamıyorum. Ama maske koleksiyonu yapan insanlara sinir oluyorum. Çeşit çeşit portatif maskeleri vardır bu kimselerin. Ortama göre tip değiştirirler. Sizi kendi çıkar terazilerinde tartarlar. Onlara faydalıysanız ne âlâ... Değilseniz ikinci adıma geçerler. İspiyonlama... Yapacağınız en küçük kötü hareket, aleyhinize delil olarak kullanılır ispiyoncular tarafından. Ayağınızı kaydırmak için ellerinden geleni yaparlar. Çünkü onlara bir faydanız yoktur.

Maske takmak toplumlarda mecburîdir. Ancak bir özmaske vardır bir de sonradan edinilenler... Özmaskeler yarı şeffaftır. Gerçek karakterimizin büyük bir kısmını yansıtır. Geriye yalnızca görülmesini istemediğimiz tarafımız kalır. Sonra edinilen maskeler ise el emeğidir. İnsanın girdiği ortamlara göre taktığı maskelerdir. İyiyle iyi olur kötü ile kötü... Dindar ile dindar olur, sapkın ile sapkın... Çıkarı neredeyse maske oraya hastır. Ancak unutmamamız gereken bir şey var: Kim hangi maskesini takarsa taksın hepsinin bir kullanım ömrü vardır. Çıkarlar süresince takılı kalır. Çıkarlar bitince veya çatışınca maskeler düşer. Yani kimse aynı maskeyi uzun bir süre takamaz.




5 Nisan 2015 Pazar

Mutsuzluk

Hayat çok kısa dostlar!

Dün çocuktuk, bugün büyüdük. Yarın ne olduğunu anlamadan yaşlanacağız. Bugün geçmişe dönüp baktığımda onlarca yılın ne çabuk geçtiğini düşünüyorum. Acı tatlı olaylar... Doğru yanlış tercihler... Hepsi geldi ve geçti. Etkilenen bir tek ben oldum. Kimse yaptığım tercihlerden dolayı bir bedel ödemedi. Ya da kimse bana herhangi bir yol göstermedi. Sadece yorumlar, sadece eleştiriler... İyi yaptıysam da eleştirildim kötü yaptıysam da... Anladım ki insanları memnun etmek çok zor. 

Otuzumu geçtim. Dile kolay otuz iki yıl yaşamışım. Yolun yarısına üç yılım kalmış. Kim ne yapar bilmem. Tek bildiğim insanın hayatını bildiği ve inandığı gibi yaşaması gerektiği... Diğer türlü hayat enerjisi tükenir. Yaşama sevinci kalmaz. İnsan tercihlerini aslında kendi bildiği gibi, inandığı gibi ve kendini huzurlu hissettiği gibi yapmalı. Doğru ve yanlış olmasına bakmamalı. Çevresi ne der diye düşünmemeli. Bedelini çevresi ödemiyor zira... O bakımdan sonuçlarını insan çekecekse tercihlerin karar verme aşaması da insanın kendinde olmalı. Çoğumuz gençlik dönemlerimizde bu mantığa sahip olmayız. Hep başkalarının fikirleri umurumuzdadır. Onların gözünde iyi görünmek önemlidir o dönemlerimizde. Ama hiç düşünmeyiz ki bizim bir de ruhumuz var, ruh sağlığımız var. Çevremizin fikirlerinden, onların hoşnut olmasından daha mı az önemli bizim huzurumuz? Geçelim bunları. Yaşımız kaç olursa olsun. Yaşadığımız hayat bize ait. Kararlarını da biz kendi keyfimize göre vermeliyiz. Tamam, toplumsal yargılara da ehemmiyet vermeliyiz ama bir yere kadar... Örneğin, gençliğinde etrafındakiler ne der diye deli dolu yaşayamamış biri, her istediği ortama girememiş biri bunu içinde bir ukte olarak saklar. İleride bir gün elbet yaşanmamışlıkları için pişmanlık duyar ve kaybettiği zamanı telafi etmek ister. Bu kez de yaşı geçmiş olur, hiç yakışmaz. Eğreti durur. 

  
Ya da bir çift düşünelim. Uzunca bir süre birlikte olduklarını, ailelerinin birbirlerini tanıdığını ve evlendiklerini... Bekâr iken birbirlerini kısıtlı tanıyan çift, evlendikten sonra gerçek yüzleriyle karşılaşırlar. Kimi hayal kırıklığı yaşar, kimi devam eder. Devam edende sıkıntı olmaz çünkü alışmıştır, kaldırabilmiştir değişimi. Fakat hayal kırıklığı yaşayanlar? 


Günden güne yabancılaşma ve birbirinden soğuma başlar. Ayrılık fikrine gelince, korkarlar. Bunca yıl birliktedirler, aileler tanışıyordur ve artık akraba olmuşlardır. Mecbur hissederler kendilerini. Devam etmek zorunda olduklarına inanmışlardır çünkü. Halbuki hiçte öyle değil. İnsan mutlu ve huzurlu değilse bunu dile getirebilmeli. Medeni toplumlarda fikir özgürlüğü ve ifade özgürlüğü bunun için var. Kadını erkeği yok bunun. Birey mutsuzsa bunu dile getirmeli ve çözüm aranmalı. Aksi takdirde olay psikolojik rahatsızlıklara kadar varır ki kimse sonunun böyle olmasını istemez. 

Ya da iş dünyasını düşünelim. Kişi mutlu olmadığı bir bölümü okusa, bitirse. Mesela güzel sanatlara yeteneği olan biri veterinerlik veya başka bir bölüm okusa ve mezun olsa... 

Sırf ailesi istiyor veya iş imkanı kolay diye... Sonrası ne olacak? Uyandığı her gün sevmediği işine gitmek zorunda olmanın ağırlığını hissedecek. Ömür boyu sevdiği bölümde okumamış olmanın ızdırabını çekecek. Daha bir sürü örnek verebilirim.

Hayat bizim. Tercihler bizim. Yaşanan yaşandı artık. Verilen verildi, alınan alındı. Kaybettiklerimizi gözden çıkarıp kaybetme riskimiz olan şeyleri kurtarmalıyız. Maddi şeyler illa ki bir gün bir şekilde gider. Asıl giden ömrümüz... Mutsuz geçecek bir ömrü kimse istemez. Ortalama altmış yıllık ömrümüz olduğunu kabul edersek bundan sonra kendimizi düşünmek daha doğru olacaktır. O yüzden bize mutsuzluk veren ne varsa hayatımızdan çıkarmalıyız veya mutsuzluk verecek ne varsa uzak durmalıyız. Mutsuz bir hayatta her yeni güne lanet etmek yerine, sorunlardan arınmış bir hayatta her yeni güne yeni umutlarla bakılması gerektiğine inanıyorum.

Herkese mutlu ve umutlu günler diliyorum.