"İnsan özgür olmadıkça mutlu olamaz" (Dante)

23 Şubat 2015 Pazartesi

Hayatın Anlamı

Uzun yıllar önce bir adam hayatın anlamının ne olduğunu merak etmiş, buna takmış kafayı… Kendince bulduğu hiç bir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş… Ama aldığı cevaplar ona yetmemiş. Mutlaka bir cevabı olmalı diyormuş. Tatmin edici cevabı bulana kadar herkese bunu sormaya karar vermiş. Köy, kasaba, ülke demeden dolaşmış yıllarca...  Tam umudunu yitirmişken köyün birinde konuştuğu insanlar ona:

"Şu karşıdaki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar, istersen ona git belki o sana aradığın cevabı verebilir" demişler. Çok zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş. Kendini tanıtıp başından geçenleri anlatmış ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş. Bilge "Sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor" demiş. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. "Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel. Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin. Eğer bir damla eksilirse kaybedersin” demiş. 
Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış: 

"Evet..." demiş "Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı?" diye sormuş. 

Adam şaşırmış: "Ama ben kaşıktan başka bir yere bakamadım ki" demiş.

"Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel" demiş Bilge. Adam tekrar bahçeye çıkmış gördüğü güzelliklerden büyülenmiş. Muhteşem bir bahçedeymiş çünkü. Geri geldiğinde bilge, adama bahçenin nasıl olduğunu sorunca gördüğü güzelliklerden büyülendiğini anlatmış adam. Bilge gülümsemiş: "Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş: 

"Hayat senin bakışınla anlam kazanır. Sadece bir noktayı görürsen hayatın akıp gider sen farkına varamazsın. Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın; akıp giden zamanın anlam kazanmış olur. Yani anlayacağın hayatının anlamı senin bakış açında gizlidir"



20 Şubat 2015 Cuma

Sevgi bencillik değildir.

Bir gün Dervişlerden birine sormuşlar:
"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?"

Derviş kişi "Bakın göstereyim" demiş.

Önce sevgiyi dilden gönlüne indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak yemekler gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyundaki kaşıklar...

Derviş "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve yemeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlarmış ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine "Şimdi…" demiş Derviş. "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe" demiş. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. Derviş "Buyurun" deyince her biri uzun boylu kaşığını yemeğe daldırıp, karşısındaki kardeşine uzatarak birlikte yemişler yemeklerini. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan. "İşte..." demiş Derviş ve eklemiş, "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini sever, yalnız kendini görür ve yalnızca kendisi doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini gerçekten sever, düşünür de doyurursa o da




19 Şubat 2015 Perşembe

Ölümün Nerede Geleceği Belli Olmaz

Süleyman Aleyhisselâm yanında bir kişi ile oturmakta imiş. Sonra yanlarına başka bir kimse gelerek o zata öyle hiddetli bakmış ki, adam korkudan ne yapacağını bilememiş. Hiddetle bakan kişi gittikten sonra adam Süleyman Aleyhisselâma o gelenin kim olduğunu sormuş. Hazreti Süleyman onun Azrail olduğunu ve kendisinin canını almaya geldiğini söylemiş. Adamın korkusu daha da artmış:

— Ya Süleyman! En kısa zamanda beni Çin diyarına yetiştir ki, onun elinden kurtulayım. Ondan çok korkuyorum, demiş.

Süleyman Aleyhisselâm, hemen rüzgâra emir vermiş. Adamı bir anda Çin’e yetiştirmiş. Biraz sonra Azrail Aleyhisselâm tekrar Süleyman Aleyhisselâmın yanına uğradığında, Süleyman Aleyhisselâm:

— Ya Azrail, neden o adama ters ters baktın. Senin bakışından adam çok korktu, demiş.

Azrail Aleyhisselâm da:

— Cenabı ALLAH bana onun ruhunu Çin’de almamı emir buyurmuştu. Fakat ben onu hâlâ burada sizin yanınızda görünce, neden öleceği yere gitmedi diye kızdım. Fakat kısa zamanda Çin’e gelmiş, ben de şimdi onun ruhunu Çin’de aldım da geliyorum, demiş.



18 Şubat 2015 Çarşamba

Kısas Er Geç Yaşanır



ALLAH (C.C.) Musa Aleyhisselâm’a:

— Ya Musa sana acaibattan bir sır bildireyim mi? buyurdu.

Musa (a.s.):

— Göster ya Rabbi! diye iltica etti.

ALLAH (C.C.) tarafından:

— Ya Musa! Git filân yerdeki çeşmenin başına, kimse görmeyecek şekilde bir yere gizlen ve bekle!, emri geldi.

Musa Aleyhisselâm gitti, tarif edilen çeşmeyi buldu ve beklemeye başladı.

Biraz sonra atlı bir adam geldi, atından indi, kendisi su içip atını suladı ve zarurî ihtiyaçlarını tamamlayıp atına bindi gitti. Fakat giderken para kesesini çeşmenin başında unutup da gitti. Çok geçmeden bir çocuk geldi, o da su içti ve yolcunun unuttuğu altın kesesi bağlı olan kemeri alıp gitti. Aradan çok zaman geçmeden bu sefer bir âmâ (kör) geldi, abdest aldı ve bir kenara çekilip ibadete başladı. Hazreti Musa gizlendiği yerden manzarayı buraya kadar takip etti.

Biraz sonra altın keseli kemeri unutan atlı adam geri geldi. Kemerini çıkarıp bıraktığı yere baktı ki, orada yok. Doğru âmânın yanına vardı ve ona kemerini unuttuğunu, bulduysa vermesini söyledi.

Âmâ:

— Görüyorsun ki, iki gözüm de görmüyor. Hem ben keseyi almış olsam yanımda olması lâzım. Bende böyle bir şey olmadığına göre almış olmam imkânsız, diyerek adamı iknaya çalıştı ise de, adam bir türlü inanmadı ve:

— Bu altını sen aldın, vermiyorsun, diyerek âmâyı vurup öldürdü. Adam keseyi bulamamıştı ama, âmâyı da öldürmüştü.

Hazreti Musa, sırrına vakıf olamadığı bu hâdisenin mahiyetini öğrenmek için Cenab-ı Hakka ilticada bulundu. ALLAH-û Teâlâ meseleyi şöyle izah buyurdu:

— Ey kelimim Musa! Kemeri alan çocuğun babası daha evvel o atlı ağanın hizmetinde çalıştı ve ağa da onun hakkını vermemişti. Şimdi hakkını almış oldu.

Âmâ ise, daha evvel o ağanın babasını öldürmüştü. Sonra gözleri kör olduğu için onu tanıyan çıkmadı ve unutuldu gitti idi. Ama ben unutmadım ve âmânın ölümünü o adam vasıtasiyle yaparak kısası yerine getirmiş oldum.

Bu hâdise karşısında Musa Aleyhisselâm secde-i Rahman’a vardı ve ALLAH’ a şükürler etti.


13 Şubat 2015 Cuma

Üç Altın Heykel

Çok eskiden birbirine komşu iki ülke varmış. Bunların hükümdarları zeki ve oturaklı insanlarmış. Asla savaşmazlarmış ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlermiş. Doğum günlerinde veya bayramlarda ilginç hediyeler göndererek birbirlerine zekâ gösterisi yapma fırsatını kollarlarmış.

Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırmış. Birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasını istemiş. Aralarında bir fark olacakmış ama bu farkı sadece hükümdarla heykeltıraş bilecekmiş.

Heykeller hazırlanmış ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderilmiş. Heykellerin yanına bir de mektup iliştirilmiş. Heykelleri yaptıran hükümdar mektupta şöyle diyormuş : "Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibigörünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."

Hediyeyi alan hükümdar biraz mutlu biraz da kurnazca gülümsemiş. Önce heykelleri tarttırmış. Üç altın heykel gramına kadar eşitmiş. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırtmış. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelemişler ama aralarında bir fark görememişler.
Günler geçmiş. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuş ve kimse çözüm bulamıyormuş. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber göndermiş. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmış. Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırtmış. Genç önce heykelleri güzelce incelemiş. Heykellerin kulaklarında ve ağızlarında çok küçük delikler olduğunu farketmiş. Sonra ince bir tel getirilmesini istemiş.

Teli birinci heykelciğin kulağından sokmuş, tel heykelin ağzından çıkmış.
İkinci heykele de aynı işlemi yapmış. Tel bu kez diğer kulaktan çıkmış.
Üçüncü heykelde ise tel kulaktan girmiş ama bir hiçbir yerden dışarı çıkmamış. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyormuş.

Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazmış:

"Kulağından gireni ağzından çıkaran insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkan insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Buna göre de zaten gönderdiğin heykellerden yalnızca kulağından gireni dışarı çıkarmayan heykel değerlidir.''




12 Şubat 2015 Perşembe

Dua - Mecusinin imanı

Vaktiyle bir "mecusi" (ateşe tapan) oğlunu evlendiriyormuş. Düğün günü bir çok koyun ve inek kesilmiş. Et kokuları bütün mahalleyi sarmış.
Mecusilerin evinin bitişiğinde de "müslüman" dul bir kadın, dört yetimiyle yaşıyormuş ve hepsi günlerdir bir şey yememişler.
Kadıncağız, düğün evinin kapısını çalıp, "ateş" istemiş fakat maksadı başkaymış. "Belki yemek verirler" umuduyla gitmiş.
Adam, kadının ''NİYETİNİ'' anlamışsa da, bir şey vermemiş... Aradan birkaç dakika geçtikten sonra kadıncağız, tekrar gidip "ateş" istemiş. Mecusi adamın hinliğiyle yine eli boş dönmüş.
Bir kaç dakika sonra yine gitmiş kadın mecusinin kapısına. Aynı cevabı alınca evine dönmüş. Ama bu kez ne olmuş bilinmez, mecusi adam acımış kadına. Red cevabını verdikten sonra hallerini anlamak için dehlize inmiş ve kulağını bitişikteki müslüman evinin duvarına dayamış, dinlemiş.
Yetimlerden biri annesine yalvarıyormuş: "Anneciğim, ne olur bir daha git. Belki bu sefer bir şey verirler."
Kadın ağlamaklı sesiyle "Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum..." demiş.
Mecusi adam bunu duyar duymaz kalbi sızlamış. Güzel bir sofra hazırlatıp, göndermiş müslüman komşularının evine. Sonra tekrar dehlize inip, dinlemiş.
Yetimlerin en küçüğü dua ediyormuş: "Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et! Onu imanla şereflendir."
Bu duanın ardından "Amiiiin" sesleri yükselmiş. O anda, kalbi dönmüş mecusinin. En minik inananları bile böyle içten dua eden ALLAH' a iman etmenin büyük bir bahtiyarlık olacağını düşünmüş. Müslüman olmaya karar vermiş ve "İman" şerefine erenlerden olmuş.

(Nitekim Sadaka, Belayı önler fakat Dua, Kaderi ALLAH'ın izniyle değiştirebilir...)



4 Şubat 2015 Çarşamba

Dört mum!

Çok eski zamanlarda bir odada dört mum sessizce yanıyormuş. Dışarıda kopan kıyamet gibi fırtına için endişeleniyorlarmış. Nihayet fırtınadan kopan bir deli rüzgar parçası odaya girmiş. Girdiği gibi de eserek çıkıvermiş. O kadar etkilenmiş ki mumlar, kendi aralarındaki fısıltı şeklindeki konuşmaları farkedilebiliyormuş.

Birinci Mum "ben Barış'ım!" demiş. "Ancak kimse benim sürekli yanık kalıp, etrafıma ışık saçabilmeme yardımcı olmuyor. Baksanıza dışarıda kopan kötü fırtınaya... Artık sönmek üzereyim..." diye eklemiş ve sessizce karanlığa gömülüvermiş...

İkinci Mum "ben İnanç'ım" demiş. "Ama artık gerekli olduğuma inanmıyorum... Dışarıda kötülük rüzgarları estiğine göre yanık kalmamın da bir kıymeti kalmadı" diye eklerken az önce odaya giren rüzgardan arta kalan hafif bir esinti ışığını söndürüvermiş.

Üçüncü Mum çok üzgünmüş. "Ben Sevgi'yim" demiş. "Ama etrafıma ışık verecek gücüm kalmadı.
İnsanlar beni hep kenara itiyorlar. Kendilerine en yakın olanları bile sevmemeye başladılar."diyerek sessizce sönüp gitmiş.

O sırada içeri ev sahibi girmiş. Dört mumdan üçünün söndüğünü görünce yanık olan mumu alıp diğerlerini tekrar tutuşturmuş. Kendilerine gelen mumlar son muma şaşkınlıkla bakmışlar. Ev sahibi odadan çıktıktan sonra yine konuşmuşlar: "Sahi sen kimsin? Biz söndük fakat sen yanık kaldın ve sonunda bizleri de yakabildin" diye sormuşlar son muma. Son mum: "Ben Umud'um" demiş. "Sizin gibi kolay kolay sönmem." demiş ve usul usul yanmaya devam etmiş.



Affet ama unutma!

Bir aslan bakıcısı, yavruyken alıp büyüttüğü aslanı çok severmiş ve ona kendi çocuğu gibi bakarmış.

Bir gün aslana et verirken aslan koluna bir pençe atmış. Adam şaşkın, korkmuş ve üzgün bir şekilde hastaneye gitmiş. Bir süre tedavi gören bakıcı çok sevip büyüttüğü aslanın bu davranışını unutamamış ve depresyona girmiş. Gel zaman git zaman yaşadığı sıkıntılardan kurtulamayınca bir psikologa görünmeye karar vermiş. Psikolog ona, depresyondan kurtulması için, her şeyi geride bırakarak aslanı affetmesi gerektiğini söylemiş. Psikologun telkinleriyle aslanı affeden bakıcı, kısa süre sonra ruhen de iyileşmiş ve tekrar işine dönmüş.

Aslanla arası düzelen ve tekrar eski günlerine dönen bakıcı mutluymuş. O talihsiz olay sanki hiç yaşanmamış gibiymiş. Ancak ne var ki yine bir gün yemek verirken aslanın saldırısına uğramış. Bu saldırı karşısında yıkılan bakıcının kalbinde vücudundaki yaralardan daha derin bir yara açılmış. Hayal kırıklığı ile karışık üzüntülü bir hal almış yaşamı. Bir süre sonra vücudundaki yaralar iyileşmiş, fakat kalbindeki yara bir türlü geçmemiş. Dayanamamış yine psikologa gitmiş. Derdini anlatmış. "Ben onu affetmiştim, neden bunu bana tekrar yaptı ki?" diye sormuş.

Psikolog ise ona hayatı boyunca unutamayacağı şöyle bir tavsiyede bulunmuş:

 "Affet, ama unutma!"