"İnsan özgür olmadıkça mutlu olamaz" (Dante)

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Bekleyişler



Hayat bekleyişlerle geçiyor. 
Kimi büyümeyi bekler, kimi iyileşmeyi...
Kimi sabahı bekler güzellikler için, kimi huzur için geceyi... 
Kimi kavuşmayı bekler, kimi kurtulmayı... 
Kimi doymayı bekler, kimi bir lokma ekmeği... 
Kimi sayılı günlerin geçmesini bekler sabırsızlıkla, kimi de güzel günlerin gelmesini bekler sabırla...

Üstad ne güzel anlatmış beklemeyi:
"Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme, artık neye yarar?"


Ben de bekledim ve bekliyorum...
ALLAH izin ve ömür verdikçe bekleyeceğim!



26 Mayıs 2015 Salı

Padişaha Peygamber Efendimiz'in (S.A.V.) Selamı



Yavuz Sultan Selim döneminde ihtiyaç sahibi bir adam varmış. Mübarek adam her gün teheccüde kalkar ve ihtiyacını Allah'a arz edermiş. Adamın geçim sıkıntısı artınca ellerini semaya kaldırarak ''Ey Allah'ım, merhametli olanı merhametsize mi şikayet edeyim, ben kimseden bir şey isteyemiyorum lütfen bana yardım et'' demiş. Gece yattığında rüyasında Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’ i görmüş. Efendimiz (S.A.V.) ona ''Bizim Selim’e selam söyle, dün çekmeyi unuttuğu zikirlerin kefareti olarak sana 1 kese altın versin'' demiş. Adam rüyadan uyanır uyanmaz yola koyulmuş. Günler sonra şehre inmiş ve padişahın sarayına uğramış. Sarayın kapısındaki askerlere ''Yavuz Sultan Selim'e Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) selamını getirdim, onda alacağım var'' demiş. Askerler şaşırmışlar ''Biz bunun doğru olduğunu nereden bilebiliriz ey yaşlı adam'' deyince vezir adamı görmüş ve sultanın huzuruna çıkarmış. Adam Yavuz Sultan Selim'in karşısına geldiğinde sultan hazretleri ne istediğini sormuş. Adam Yavuz Sultan Selim'e dönerek “Resulullah'ı dün rüyamda gördüm bana dedi ki ‘Bizim Selim’e selam söyle, dün çekmeyi unuttuğu zikirlerin kefareti olarak sana 1 kese altın versin’ '' demiş. Yavuz Sultan Selim gerçekten de bir önceki gece çekmesi gereken zikri çekmediğini hatırlamış. Yalnız takıldığı bir nokta varmış. Resulullah'ın ''Bizim Selim'' lafına takılmış sultan hazretleri. ''Resulullah ne dedi bir daha söyle'' demiş. Adam ''Bizim Selim'' dedi demiş. Yavuz Sultan Selim adamın eline 10 kese altın koymuş ve tekrar sormuş ''Resulullah ne dedi?''. Adam ''Bizim Selim'' dedi demiş. Yavuz Sultan Selim 50 kese altın koymuş adamın eline. Tekrar sormuş ve tekrar sormuş. Her ''Bizim Selim'' cevabını aldığında bir o kadar altın daha koymuş adamın eline. Vezir Yavuz Sultan Selim'in kendinden geçtiğini görünce ''Ey adam tamam bu kadar altın sana yeter git artık'' deyince adam gitmiş. Yavuz Sultan Selim kendisine geldiğinde vezire dönerek şunu demiş:
''Resulullah bizi kendisinden sayıyor görüyor musun? Eğer onu göndermeseydin sırf Resulullah'ın ‘Bizim Selim’ sözü için bütün varımı yoğumu o adama verirdim''.

Enerji Emiciler



İnsanoğlu nankördür... 
İnanma, güvenme, çok şey bekleme!
Seversin, sayarsın, adam yerine koyarsın;
İlk fırsatta kuyunu kazarken bulursun.
Neyse dersin,
Büyüklük edersin,
Affedersin...
Yoluna devam edersin.
Çok geçmez, yine bir hainlik,
Yine bir dost kazığı yersin.

Sözüm saf gibi davranıp çevresindekileri sürekli sömüren, onların hayat enerjilerini bitiren ve ağzını açtığında felaket tellâllığı yaparak kaostan beslenen kişilere!.. 

Şunu unutmayın ki çevrenizdeki insanların beyni en az sizinki kadar çalışıyor. Vurguluyorum en az sizin kadar; en az... Küçük hesaplarınızla geniş gönüllü insanların huzurunu kaçırmayın.Samimi olduğunuz ve gözlemleme yeteneği olan herkes az buçuk karakter analizi yapabilmektedir. Yalanlarınızı, yalan söylerken yaptığınız mimik ve hareketleri mutlaka ezberlemişlerdir. Siz ipuçlarını saklayacak kadar zeki olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Sanmaya devam edin. 

Hepimizin hayatında böyle enerji düşmanları vardır. İyi niyetimizi suîistimâl ederek bizi kullandıklarını sanırlar. Kendilerini çok zeki görürler. Halbuki onların yetkileri bizim tolerans gösterdiğimiz yere kadardır. Tolerans sınırlarını belirttiğimizde ise çok değiştiğimizi söylerler.Bu doğanın değişmeyen kanunudur. 

Sigmund Freud'un dediği gibi:
"İnsanlar sizi eskisi gibi kullanamadıklarında, değiştiğinizi söylerler."

24 Mayıs 2015 Pazar

ALLAH'ın Koruması Mutlaktır



Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor. Çok korkmuştum. Beni onun şerrinden koruması için Cenab-ı Hak'ka sığındım. Akrep nehre geldiğinde, sudan büyük bir kurbağa çıkıp akrebe doğru geldi.

Akrep kurbağanın sırtına binip suyun üzerinde yüzüp gittiler. Bu bana çok şaşırtıcı gelmişti. Ben de onların nehrin kenarında takip ettim. Nehrin karşı yakasına geçtiklerinde, akrep kurbağayı bırakıp dalları büyük, gölgesi çok olan bir ağacın yanına gitti.

Bir de baktım ki, ağacın altında Allah'a asi bir genç mışıl mışıl uyuyor. Kendi kendime: "La havle vela kuvvete illa billah. Bu akrep nehrin ötesinden buraya kadar, bu genci sokmak için geldi" dedim ve içimden, akrep gence yaklaştığı zaman hemen akrebi öldürmeğe karar verdim. Akrebe yakın bir yerde durdum. Bir de baktım ki karşıdan büyük bir yılan, genci öldürmek için, gence doğru geliyor. Bu sırada akrep yılanın üzerine hücum etti ve başını sokmaya başladı. Akrep yılanın ölmesine kadar başını sokmaya devam etti. Yılan öldükten sonra akrep nehre döndü. Kurbağa da onu orada bekliyordu. Akrep tekrar kurbağaya binip nehrin öte yanına geçti. Ben de arkalarında bakakaldım.

Sonra gencin yanına geldim, o hala uyuyordu, akabinde başucunda kendi kendime şöyle dedim:

- Ey uyuyan genç; Allah seni, sen fark etmesen de karanlığın içindeki her türlü kötülükten korur. Sen uyusan bile Allah uyumaz. O kullarına çok merhametlidir. Dedim.

Genç benim bu sözlerim üzerine uyandı ve başından geçen olayları kendisine anlattım. Genç hemen tövbe etti. Bütün yapmış olduğu kötü davranışlarından vazgeçip, iyilerden oldu ve ölünceye kadar hayatı böyle devam etti. Allah ona rahmet etsin

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Ebu Hanife'nin Babası



Şemseddin-i Sivasî'nin "Menakıh-i İmam-ı A’zam" isimli eserinde şöyle anlatılmaktadır:

İmam-ı A’zamın babası Sabit (rahmetullahi aleyh) küçük yaştan beri ahlakı temiz, takva ve vera sahibi biriydi. Yüzü gayet nurlu olup zühdü, salahı ve ilmi pek çok idi.

Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Abdestten sonra suda çürüyüp gidecek olan bu elmayı alıp yedi. Fakat tükürüğünde kan gördü. Şimdiye kadar böyle bir hâl görmediği için tükürükteki kanın bu elmadan ileri geldiğini tahmin etti.

Yediğine pişman oldu. Elmanın sahibini bulup helalleşmek için dere boyunca gitti. Nihayet yediği elmaya benzeyen bir meyve bahçesi gördü. Sahibini sordu. Bu zatın gayet cömert ve ihsan sahibi olduğunu, hatta ağaçta bulunan bütün elmaları toplayıp götürülse yine bir şey demeyeceğini, bir elmanın ne ehemmiyeti olacağını söylediler. Buna rağmen elmanın sahibini buldu, meseleyi anlattı, ya parasını almasını veya hakkını helal etmesini istedi.

Bahçe sahibi gencin bu halini görünce takva ve verasının doğru olup olmadığını öğrenmek için şöyle dedi:

- Yediğin elmam için ne vereceksin?

Genç:

- Altın, gümüş neyim olsa veririm.

Bahçe sahibi:

- Ben altın gümüş istemem ama, eğer kıyamette senden davacı olmamı istemezsen bir teklifim var, onu kabul etmen gerekir.

Genç:

- Teklifin nedir?

Bahçe sahibi:

- Yapacaksan söyleyeyim...

Genç:

- İslamiyete uygunsa yapabilirim.

Bahçe sahibi:

- Kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var, bununla evlenmeye razı olursan o zaman elmayı sana helal edebilirim. 

Sabit hazretleri ahirete kul hakkıyla gitmemek için bu teklifi kabul etti. Düğün hazırlığı yapıldı. Sabit hazretlerinin ilk gece odaya girmesiyle çıkması bir oldu. Hemen kayınpederine koşup:

- Efendim, bir yanlışlık var galiba, içeride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok, tam tersi! dedi.

Kayınpederi tebessüm ederek:

- Evladım o benim kızımdır, senin de helalindir. Ben sana kör dediysem, o hiç haram görmemiştir. Sağır dediysem, o hiç haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hiç haram konuşmamıştır. Kötürüm dediysem, o hiç harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allahü teâlâ mübarek ve mesut etsin, dedi.

İşte bu evlilikten de İmam-ı A'zam Ebu Hanife dünyaya geldi.

ALLAH'ın selamı, rahmeti, bereketi ve ihsanı sâlih kulların ve sâlih kul dostlarının üzerine olsun.

22 Mayıs 2015 Cuma

Küffarı Korkutan Yeniçeri Kıyafetleri



19.yüzyılda Almanya nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar yaşıyordu.

Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip onlara ait mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.

O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.

Mektupta şöyle denmektedir:

"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."

Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar:

"Fransızlar korkak adamlardir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir."

Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar.

Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur:

"Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."

Bu olay, Mülhaym'lilerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra  Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümlerinde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlamaktadırlar.

21 Mayıs 2015 Perşembe

Bir Dolandırıcılık Hakkında



Arkadaşlar sizlerle son zamanlarda artan dolandırıcılık furyasının son örneğinden bahsedeceğim. Umarım bu yazı ile birkaç kişinin kandırılmasını önleyebilirim. 

Geçtiğimiz Salı (19 Mayıs 2015) günü bir akraba ziyaretindeydim. Yanımda eşim ve kardeşim de vardı. Hoş beş devam eden muhabbetin arasında kardeşim telefonuna baktı. Patronu ona facebook'tan mesaj yazmıştı. Gülümsedi o da yazdı. "Hayırdır?" diye sordum. Patronunun mesaj yazdığını söyledi. Mesajlaşmaya devam ettiler. Derken kardeşimin suratı değişti. Meraklı bir hal aldı. Ne olduğunu sordum. Güya patronu ona bir firmadan indirim kazanabileceği bir link göndermiş. Ayrıca hattının faturalı olup olmadığını da sormuş. Ben de hemen uyardım. "O senin patronun değil. Hemen patronunu ara ve durumu bildir. Arkadaşlarını da uyar kimse bu oyuna gelmesin" dedim. Patronunu aradı. Hakikaten başkası onun adına arkadaş listesindeki insanlara böyle mesajlar yazıyormuş. Son anda aklımıza kuzenimiz geldi. O da kardeşimle aynı şirkette çalışıyordu. Aradım, sordum. "Senden numara istedi mi?" dedim. "Evet" dedi. "Sonrasında bir SMS aldın mı?" diye sordum. Kuzen: "Aldım, EVET yazdım ve gönderdim bile" dedi. Artık çok geçti. Bu, dolandırıcıların yeni oyunuydu. Faturalı hattı olan insanları sanki onların Facebook'tan arkadaşlarıymış gibi konuşarak, indirim, kampanya, çekiliş vs gibi yalanlarla kandırıyor, ardından telefonlarına gelecek mesaja "EVET" yazarak cevap vermelerini tembih ediyorlardı. Arkadaşlarına güvenen masum insanlar da bu oyuna gelerek faturalarına yansıyacak olan en az 92 TL'yi ödemek zorunda kalıyorlardı. 

Benim bu hafta ikinci vukuata denk gelişim. Siz siz olun kardeşiniz, babanız bile olsa sanal ortamda konuştuğunuz insanlardan gelecek herhangi bir maddi beklenti karşısında direk o kimseyi cepten arayın, sorun ve durum hakkında uyarın. Hem siz mağdur olmaktan kurtulun hem de güvendiğiniz insanların sanal hesaplarını kurtarmış olun. 

En önemlisi: Uyanık olun. İnsanlar artık her türlü dolandırıcılık taktiklerini uygular hale gelmiş. Mağdurlardan olmadan önce DÜŞÜNÜN.

Büyük Çerkes Sürgünü






151. yıl dönümünü yaşadığımız Büyük Çerkes Sürgününü bilmeyenler veya merak edenler için birkaç bilgi paylaşmak istiyorum. Umarım faydalı olur.

Kafkasya’yı işgal etmeyi planlayarak yola çıkan Rusları Kafkasyalılar önceleri birer misafir gibi gördüler ve geleneksel tavırlarıyla karşıladılar. Ama, çok geçmeden Rusların kurmak istedikleri yönetim sistemini ve kalıcı yapı değişikliğini anladılar. Kafkasya’nın işgal projesine son şeklini veren Çar Petro’dur. Ve o devirde Terek Nehri, Rusya ve Kafkas halkları ile Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasında bir sınır olarak görülmüştür.

Bu gelişmelere karşı ilk büyük tepki Şeyh Mansur tarafından yapılmıştır. Onun çıkışı Ruslara karşı mücadele ve Rusların yerli halkın ahlakını düzeni bozmalarına karşı bir uyarı mahiyetindeydi ve bir direnişti. Sonunda ne oldu? Şeyh Mansur yakalandı Moskova’ya götürüldü ve 1794 yılında idam edildi.

Kafkasya’nın kaderinde 1828 –29 savaşının önemi büyüktür. Bu bir Osmanlı - Rus savaşıdır. Rusların adamakıllı Güney Kafkaslara doğru yönelmeleri ve Kuban nehrine inmeleri II. Katerina zamanına rastlar. Daha o tarihlerde Rus ilerlemesinin durmayacağı anlaşılmıştır. Fakat 1928-29 savaşında Osmanlı’nın savaşı kaybetmesi ana müdafaa mevkii olan Anapa’nın ve Poti’nin elden gitmesi yani Batı Karadeniz sahillerinin Osmanlı kontrolünden çıkması sonucunda yerli halk tek başına kalmıştır. Bu aşamadaki savaşlar dini bir mahiyet de almış, Gazi Molla, İmam Hamzat ve Şeyh Şamil ile bir süre imamlar savaşı şeklinde devam etmiştir.

Rusya’nın, Kafkasları fethetme nedenleri iyi anlaşılırsa göç ve katliamın da mahiyeti netlik kazanmış olur:

1850’lerde hatta 50’lerden biraz evvel 1848-49’larda Rusya batıya yani bu günkü Romanya’ya doğru ilerlemeye başlamıştır ve orada gittikçe hakimiyetini, etkisini genişletmiştir. Aynı zamanda Kafkas halkı üzerindeki baskılar da artmıştır.

Bu durum 1853’de yeni bir şekil kazanmıştır. Rusya’nın ilerlemesini durdurmak için İngiltere, Fransa, Avusturya ve Osmanlı Devleti birleşerek Rusya’ya karşı Kırım’da savaşmışlar ve Rus orduları yenilmiştir. Sonuçta Rusya, Paris Anlaşmasını imzalayarak artık batıya doğru ilerlemekten vazgeçmiştir. Çünkü karşısında bütün Avrupa durmaktadır. Batıya ilerleyemeyen Çarlık Rusyası doğuya yani orta Asya’ya ve oradan Hindistan’a ilerlemeyi hedeflemiştir.

Ayrıca, burada bir başka neden daha mevcuttur. Paris Antlaşmasıyla Rusya, Batı Hıristiyanlığına dayanamayacağını anlamıştır. Çünkü, bu ilk defa yakın tarihte Hıristiyan Avrupa’nın (Katolik Protestan Avrupa’nın) Ortodoks Hıristiyanlığına karşı cephe alışını gösteriyor. Buna karşılık Rusya da Balkanlar da yaşayan Ortodoks Hıristiyanlığını hedef almıştır. Hem dine hem de dile dayalı Ortodoks ve Slav Birliği hedefi ile Panslavizm ortaya çıkmıştır böylece.

İşte bu büyük hesaplar içinde emeline ulaşacak Rusya’nın önünde en büyük engel Kafkas halkı ve onların her şeye rağmen hürriyetini istiklalini korumak arzularıdır. Her ne kadar batı Kafkasya Osmanlı idaresinde olmuşsa da tüm Osmanlı idaresi süresince Kafkas halkı tamamen otonom yaşamıştır. Balkanlarda Orta Doğuda bir Osmanlı idaresi kurulmuş olmasına karşılık Kafkaslarda böyle bir idare mevcut değildir Osmanlı, daima Kafkaslıların ihtiyaç, karakter ve geçmişlerini göz önünde tutarak onlara tam manasıyla otonomi vermişti.

Müslüman Kafkas halkının Rusya’ya boyun eğmek istememesi diğer taraftan Osmanlıyla Türklerle çok yakın ilişkilerini karşılıklı savunmalarını ve yardımlaşmalarını sürdürmesi Rusları telaşlandırmıştır. Şayet Rusya batıya gider bir cephe açar ve yahutta doğuya Orta Asya’ya giderse ortada onun arkasında daima ve daima tehlike arz eden bir halk kalacaktır. Bu da Kafkas Müslüman halkıdır. Bundan az bir süre evvel Baryatinski’nin mektupları yayınlandı. Şeyh Şamil’e karşı mücadeleyi yürüten ve onu mağlup eden Baryatinski’nin tavsiye mahiyetindeki mektuplarında yöre halkının ezilmesini ve ondan sonra yok edilmesini tavsiye etmektedir.

Şeyh Şamil mağlup olduktan sonra şüphesiz Kafkasya’da direniş yer yer halka kalmıştır. Malumunuz, bu savaşın tarihini inceleyenler bilirler Kabarday’ı işgal ettikten sonra yani Dağıstan’la Batı Kafkaslar birbirinden ayrılınca artık ne Şeyh Şamil’in Çerkeslere ne Çerkeslerin Şeyh Şamil’e ne de Osmanlının Şeyh Şamil’e yardımına imkân kalmamıştı.

Batı Kafkasya’nın Doğu ile ilişkisini kestikten sonra, Rusya bu işlerin diplomatik tarafını da hazırlamakta kusur etmemiştir. Ruslar eskiden olduğu gibi bugün de çok usta diplomattırlar, küçümsememek lazım. 1859’da Rusya, Osmanlı Devleti’ne bazı Müslüman grupların Kafkasya’dan Osmanlı Devletine göçmelerine müsaade istedi. Hemen bir yıl sonra da 1860 Rus sefiri Melikof Osmanlı Devletine bir anlaşma teklif etti. Bu anlaşmaya göre (Melikof’un sunduğu bilgilere göre) savaştan zarar görmüş, yerlerinden edilmiş, 40 bin kadar Müslüman güç durumdaymış ve bunlar yeni bir yere yani Osmanlı Devletine göçmek istiyorlarmış ve bu konuda padişah bir anlaşma imzalar mı? Abdülmecid’e sunulan bilgi budur. Bu uzlaşmaya dayanarak Ruslar, “Efendim biz bunu Osmanlı Devleti ile yaptığımız bir anlaşmaya dayandırarak yapıyoruz” dediler. Bazı meslektaşlar Rusları savunarak “Efendim bu basit bir göçtür” diyorlar ve göçü iki devlet arasında yapılan bir anlaşmaya dayandırıyorlar. Oysa, bu bir anlaşma değildir bir aldatmacadır. Rus’un iyi kullandığı diplomatik bir yoldur.

Adigeler, Abazalar vs. Kafkasya’nın en stratejik yerinde bulunuyordu ve en sağlam direnişi de onlar gösteriyordu. Yerlerinden zorla atıldıkları gibi ordular yavaş yavaş büyük halk kitlelerini denize doğru sürmeye başlamışlardı, çünkü öldüremediklerini vapurlara doldurup gönderecekler böylece Kafkasya onların beğenmediği halklardan temizlenecekti. Yakılan köylerin, öldürülen binlerce insanların haddi hesabı yoktu. Yine İngiliz raporlarında yer alan ifadeler yürek parçalayıcı. Halk, tüm imkanları bitinceye kadar direniyor, mücadele ediyor, savaşıyor, artık çare kalmayınca da, kendilerine tanınan mühlet içinde hiçbir sağlık önlemi olmadan, varını yoğunu terk ederek sahile inmek zorunda kalıyordu. Daha yola çıkmadan açlık, sefalet, hastalık ve kitle ölümleri başlıyordu. Bu bir SOYKIRIMDIR, bir VAHŞETTİR.

Sahilde bindirildikleri gemilerin bir kısmı o kadar çok kişi aldı ki battı; örneğin 2000 yolcu ile yola çıkan Spinks gemisi batınca ancak 200 kişi kurtulabilmiştir. Samsun ve Trabzon ana çıkış limanlarıydı, bu limanlara gelenler hastalığa tutuldu, yine İngiliz raporlarına göre her limanda günde ölenlerin sayısı 200 - 250 –300 kişi civarındadır. Kafkaslardan o tarihlerde ve ondan sonraki tarihlerde 2 milyon ile 2.500.000 arasında insan göç ettirilmiştir. Gelen muhacirlerin büyük kısmı Anadolu’ya yerleştirilmiştir. Rumeli’ye yerleştirilenlerin Çerkes sayısı 400.000 civarındadır. Bu halk 14- 15 sene sonra 77-78 harpleri sonucunda tekrar bir hicrete mahkum edilmiştir. Bu da acılarla dolu bir göçtür. Yeniden göç etmeye mecbur bırakılan Çerkes’ler daha çok Suriye, İsrail, Ürdün, Libya gibi yerlere yerleştirilmiştir. Şeriya nehrinin iki tarafına ve Kuneytra gibi yerlere… Bu halk oralarda da yine bir sürü felaketle karşılaşmıştır.

İşte göç edenler yetişebildikleri yerlerde türlü türlü zorluklarla başa çıkmışlardır. Peki ya göç edemeyenler? Göç sırasında bir milyon kadar Çerkes yollarda hayatını kaybetmiştir. Hastalık, deniz, savaşta vs. bu korkunç büyük bir rakamdır. Ve kimse bu konuyu ele alıp incelememiştir. Ermeni katliamından söz edenlerin biraz da bu masum halkın başına gelenleri düşünmesi gerekmez mi? Bu noktada asıl sorumluluk bize düşüyor. Ne güne duruyoruz? Tarihi gerçekleri dünyayı anlatalım ki, karşılığını da alabilelim.

Çerkesler Rusların önünden kaçmış halklar değildir. Tarihte örneği olmayan bir vatan savaşı vermiş ve kaybettiği için de ülkelerinden zorla çıkartılmış bir halktır. Bu olaya “göç” dediğimize bakmayın aslında “sürgün” kavramı bile zayıf kalır. Ancak “soykırım” ve “katliam” bu olayların karşılığı olabilir. Soykırımı unutmayalım unuttturmayalım!


14 Mayıs 2015 Perşembe

Soğan Hırsızı



Bir zamanlar uzak diyarlarda "Reza" adlı bir adam yaşıyormuş. Bir gece Reza yöredeki soğan tarlalarından soğan çalıp, toplayıp onları pazarda yüksek bir kârla satmaya karar vermiş. Yaz dolayısı ile gökyüzü ve ay pırıl pırılmış. Bu da onun görüş açısını kolaylaştıracakmış. Eline büyük bir sepet almış ve atını komşusunun tarlasına doğru sürmüş.

Tarlaya vardığında kimsenin orada olmadığından emin olduktan sonra 100 tane soğan toplayarak sepetine yerleştirmiş. Sepet sonuna kadar dolmuş, Soğan yüklü sepeti atına yükleyip evine dönmeye karar vermiş. Fakat atın üzerine o kadar ağırlığı yüklediği anda at yüksek sesle kişnemiş. Tarlanın üzerindeki çiftlik evinde ise çiftçinin karısı sesi duymuş ve sesin nereden geldiğini araştırmak için pencereden bakmış ve Reza'nın atına yüklediği soğanları görmüş. Eşi ve çocuklarına haber vermiş. Hep birlikte Reza’ yı yakamışlar. Sabah olduğunda Reza, çaldığı 100 soğanın hesap vermesi için Kadı'nın karşısına çıkarılmış. Kadı Reza’ya 3 cezadan beğendiğini seçmesini söylemiş:

- Çaldığı 100 soğan karşılığında komşusuna 100 altın ödemek
- Çaldığı 100 soğan karşılığında 100 kırbaç yemek.
- Çaldığı 100 soğan karşılığında 100 soğan yemek.

Reza cezalardan 100 soğan yemeyi seçmiş. Ama soğanları yedikçe içi çok fena olmuş. 25 soğandan sonra ise boğazı yanmış ve daha önünde yenecek 75 soğanın olduğunu düşününce tüm bunların yerine 100 kırbaç yemenin daha iyi olduğunu düşünmüş. Kırbaç cezasına geçilmiş. Fakat 10 kırbaçtan sonra ağrıdan kıvranmış ve daha çok acı çekmemek için 100 altını komşusuna vermeyi kabul etmiş. 

Eğer Reza 100 soğanı çalmaya çalışmak gibi gayri meşrû ve haram bir yola gitmektense 100 altını baştan ödeseydi çektiği sıkıntıları hiç yaşamamış olacaktı. Acı soğanları ve belini acıtan şiddetli kırbaç darbelerini yemekten kurtulmuş olacaktı şüphesiz. 

İnsan helâl dairesinden çıkmamalı, doğruluk terazisinden mümkün olduğunca şaşmamalı...

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Kötü Kadının Tevbesi



Vaktiyle eski kavimlerden birinde fahişelik yapan bir kadın varmış. Kapısı daima açık durur, güzelliği ile erkekleri bayıltıp baştan çıkarırmış. Evinin önünden geçen herkes onu açık kapının aralığından içerde daima somyasının üzerinde oturur görürmüş. Onu o güzelliği ile öylece gören herkes baştan çıkar, hemen oraya girmek istermiş. Her girmek isteyeni de birkaç kuruş karşılığında içeri alırmış. Bir gün âbidlerden birisi oradan geçerken, gözü kadına ilişmiş. Onu somya üzerinde bütün güzelliği ile görünce, şeytan hemen kendisine vesvese vermiş. Nefsi ile ne kadar mücadele etti ise de yine mağlup olmuş. İçeri girmek istemiş fakat ancak para karşılığında girebileceğini söylemişler. Kendisinin parası da yokmuş. Gitmiş şahsına ait bir elbiseyi satarak para temin etmiş ve içeri girmiş. Ne yazık ki o kötü kadının yanına oturmuş. İşte o anda geçmiş âbidlerin bereketine Allah’ın lütuf ve merhameti yetişmiş. O sırada Allah’ın kendisini görmekte olduğu aklına doğmuş. İçine bir korku ve dehşet saçılmış. Rengi atmış, vücudu titremeye başlamış. Bu değişikliği hisseden kadın ne olduğunu sormuş. Âbid Rabb’inden korktuğunu, hemen oradan gitmesi gerektiğini söylemiş. Kadın önce onu alaya almış:

- Herkes buraya girmek için can atar, sen ise buradan kurtulmak için can atıyorsun, demiş. 

Âbid de:

- Ben Allah’tan korkuyorum, başka hiçbir sebep yok! Verdiğim para da senin olsun, geri almam. Yeter ki ben buradan çıkayım, diye cevap vermiş. Bunun üzerine kadın ona kim olduğunu ve nereden gelip nereye gittiğini sormuş. Âbid kendisini tanıtmış ve köyünün adını vermiş. Sonra da çıkıp gitmiş. Giderken yolda çok hayıflanmış, ağlamış, sızlamış, yüzüne gözüne topraklar serpmiş. O gittikten bir müddet sonra, kötü kadının kalbine de bir korku bir dehşet düşmüş. Kendi kendine:

- Bu adamın ilk meylettiği günah olduğu halde bu kadar korktu. Ben ise bunca zamandır günah işlemekteyim. Onun kendisinden korktuğu Rabb, benim de Rabb’imdir. O bir gün günaha meyletmekle bu kadar korkarsa benim daha fazla korkmam gerekir diye düşünerek, tevbe-i istiğfar etmiş. İşlemiş olduğu kötülüklere pişmanlık duymuş. Bir daha işlememeye azmederek, Allah’a dönmüş. Hemen açık durmakta olan kapısını kapayarak alelade bir elbise giyip, ibadet etmeye ve Allah’a layık bir kul olmaya koyulmuş. 

Bir müddet sonra kendi kendine "Eğer gider o âbidi bulursam, dinimin esaslarını ve Allah’a daha iyi kulluk yapmayı bana öğretir. Hem de onun nikâhlı karısı olurum." diye düşünmüş. Giyinip örtünerek yola düşmüş, sonra da âbidin köyünü bulmuş. Evine vararak onu sormuş. Âbide bir kadının geldiğini ve kendisini görmek istediğini söylemişler. Fakat işlemeye meylettiği günahın nedâmet ve sıkıntısından henüz kurtulamamış olan âbid, kadını görünce tanımış, bir sayha kopararak oracıkta düşüp ölmüş. Kadın büyük bir üzüntü içinde dona kalmış. Sonra yakınlarına durumu anlatmış ve "âbidin bir yakını varsa beni nikâhlasın" demiş. Kendisine, âbidin salih bir kardeşinin bulunduğunu fakat hiç malı mülkü olmadığını söylemişler. Kadın derhal onun kocalığını kabul etmiş, evlenmişler. Yedi tane erkek çocukları olmuş. Hepsi de ALLAH yolunda Sâlih kullar mertebesine ulaşmış.

O halde ey kardeş! Tevbe deyip de geçme. Üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir meseledir o. İcabında candan olmalı fakat tevbeyi bozmamalı, öyle bir tevbe etmeli ki,o tevbenin bereketiyle başkaları da tevbeye gelsinler.

12 Mayıs 2015 Salı

Mâlik bin Dinar ve Çocuk


Malik bin Dinar Hazretleri, bir gün, bir sabîye ( küçük çocuğa ) rastlamış. Çocuk toprak ile oynuyormuş. Bazen gülüyor ve bazen de ağlıyormuş.
Bu durum Malik bin Dinar'dan şöyle naklediliyor: 

- İçime o çocuğa selam vermek doğdu. Nefsim kibirlenip selam vermekten vazgeçti. Ben nefsime şöyle seslendim: "Ey nefsim! Peygamber efendimiz S.A.V. Hazretleri küçük ve büyük herkese selam verirdi. Sende bu çocuğa selam ver!"
Ve O çocuğa selam verdim.

Çocuk:
- Ve aleykümselam ve rahmetullahi ve berekatuhu, Ey Malik bin Dinar, dedi.

Sordum:
- Beni nereden tanıdın? Daha önce beni görmüşlüğün yoktu?

Çocuk:
- Melekut aleminde ruhum, senin ruhunla karşılaştı. Ölmeyen ve sürekli hayy olan Allahu Teala bizleri tanıştırdı, dedi

Ben ona sordum:
- Akıl ile Nefsin arasındaki fark nedir?

Çocuk:
- Nefsin, seni bana selam vermekten alıkoyandır. Aklın ise seni selam vermeye teşvik eden ve zorlayandır, dedi.

Yine sordum:
- Senin halin nedir? Niye bu toprakla oynuyorsun?

Çocuk:
- Çünkü biz Topraktan yaratıldık; yine ona döndürüleceğiz! dedi.

Yine sordum:
- Bazen gülüyor ve bazen de ağlıyorsun?

Çocuk:
- Evet! Rabbimin azabını hatırladığımda ağlıyorum; rahmetini hatırladığımda ise gülüyorum, dedi.

Ben sordum:
- Evladım! Senin ne günahın var ki?

Çocuk şöyle bir cevap verdi:
- Ey Malik bin Dinar! Böyle söyleme! Görmüyor musun büyük odunları tutuşturmak için, önce küçük odunları tutuşturuyorlar! 


3 Mayıs 2015 Pazar

Ramazan Geliyor


On bir ayın Sultanı "Ramazan" yaklaştı.  
"Eski Ramazan'lar yok artık" diyenlerin çoğunlukta olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Eski Ramazan'ların bir bölümünü gören kuşaktan olmam sebebiyle bu lafa biraz hak veriyorum. Önceden olduğu gibi heyecanlanamıyoruz. Sahurların ve iftarların uhrevî havası kalmadı artık. Elimize yalnızca "açlık" geçecek diye korkuyorum. ALLAH hepimizi oruçları ve ibadetleri makbul kullarından eylesin.

Eski Ramazan'lar olmasa da gelişen teknoloji ile güzel bilgilere ulaşabilmemiz artık mümkün. Bugün bilgisayarı saymazsak televizyonun bulunmadığı bir ev yoktur. Televizyonu olan insanlar için ise Ramazan güzel dinî bilgiler edinmek için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Hemen hemen her kanalda kendini iyi yetiştirmiş din alimleri Ramazan Sohbet programları yapmaktadır. Bu programlar her gün takip edildiğinde insana bilmediği şeyleri öğretebilecek türden bilgiler içerir. Ne var ki toplumumuzda bu din alimlerinin çıktıkları televizyon kanallarından almış olduğu paralar göze batmaktadır. Türlü türlü provokasyon içerikli haberler gazetelerde ve haber sitelerinde yer almaktadır. Böyle haberleri yayınlayan insanların dine karşı ne kadar lakayd oldukları ve ne kadar din düşmanlığı yaptıkları ortadadır. 

Mantıklı düşünen insanlar için bu din alimlerinin aldığı paralar kesinlikle anormal değildir. Bugün dinî programlar haricindeki "boş muhabbet" programları yapan insanlar bu din alimlerinden kat kat daha fazla para almaktadır ve bu din alimleri yılda bir kez çıkmaktadırlar. (Haftada bir program yapan hocalarımız da vardır ki aldığı parayı son kuruşuna kadar hak etmektedirler). Milleti ekranlara kilitleyen yarışma programları, stand up'lar ve falan filan show'lar kimsenin gözüne batmıyor da neden bu din alimlerinin aldığı paralar göze batıyor? Ayrıca şunu belirteyim: Sanmıyorum ki bu din alimleri aldıkları paraları har vurup harman savursun. Mutlaka hayırlı işlerde harcıyorlardır. Örneğin Nihat hocamızın Ankara'da açtırmış olduğu Kur'an kursları olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Adamcağız hayır işleyeyim diye didinirken kendini bilmez insanlar çamur atmaktan çekinmiyorlar. Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın güneş balçıkla sıvanmaz. Yazılanlara, söylenenlere itibar etmeyin. Hocalarımızın aldığı ücretler kesinlikle dudak falan uçuklatmaz. Uçuklayan dudaklar dine yabancı dudaklardır. Benden söylemesi...




2 Mayıs 2015 Cumartesi

Kanadı kırık kuş ve Hz. Süleyman





Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman'a kanadını bir dervişin kırdığını söylemiş.

Hz. Süleyman, dervişi hemen huzuruna çağırtmış ve ona sormuş:
“Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”

Derviş kendini savunmuş:
“Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı.”

Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa dönmüş ve demiş ki:
“Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış.
Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun?”

Kuş kendini savunmuş:
“Efendim ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.”

Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini istemiş.

“Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emretmiş.

Kuş o anda:
“Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılmış.

“Neden” diye sormuş Hz. Süleyman.

Kuş sebebini şöyle açıklamış:

“Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar.
Siz en iyisi mi, bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın. Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.”

1 Mayıs 2015 Cuma

Hz. Ali'ye Sorulan 4 Soru


Bir adam Hz. Ali’ye gelmiş ve “Sana sormak istediğim dört sorum var” demiş.
İlim Şehrinin Kapısı “Buyur, sor” demiş.
Adam sormuş:
“Vacip nedir? Vacipten evvel vacip nedir?...”
Hz. Ali cevap vermiş:
 “Tövbe etmek vaciptir günahları terk ise ondan önce vaciptir.”

Adam ikinci sorusunu sormuş:
“Yakın nedir? Yakından yakın nedir?”
Hz. Ali cevap vermiş. “Kıyamet yakındır ölüm ondan daha yakındır.”

Adam üçüncü sorusunu sormuş:
“Acayip nedir? Acayipten daha acayip nedir?”
Hz. Ali cevap vermiş.“Dünya acayiptir dünyayı sevmek ise ondan daha acayiptir.”

Ve adam son olarak, şu soruyu sormuş.
“Zor nedir? Zordan daha zor nedir?”
Ve Hz. Ali, bu son soruya da, şöyle cevap vermiş.“
Kabir zordur; azıksız, amelsiz kabre girmek ondan daha zordur.”