"İnsan özgür olmadıkça mutlu olamaz" (Dante)

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Teşekkürü Borç Bilirim

Doğduğumdan bu yana süregelen yaşantımda iyi kötü günlerim oldu. İyi kötü arkadaşlarım oldu. İyi kötü yakınlarım oldu. Şimdi aklıma geldi de hepsine iyi kötü bir teşekkür edeyim dedim. Yaşadığım kadarki hayatımda:

* Her zaman yanımda olan dostlarıma çok teşekkür ediyorum.
(Yanımdaymış gibi görünenlere de teşekkür ediyorum)

* Sürekli güler yüz gösteren insanlara çok teşekkür ediyorum.
(Yüzüme gülüp arkamdan atıp tutanlara da teşekkür ediyorum)

* Benim için elinden geleni yapan tüm tanıdıklarıma çok teşekkür ediyorum.
(Elimden gelen bu kadar deyip kılını kıpırdatmayanlara da teşekkür ediyorum)

* Hayatımdaki herkese büyük değer veriyorum ve değerli tüm tanıdıklarıma varlıklarından dolayı teşekkür ediyorum.
(Kendini değerli zanneden insanlara da teşekkür ediyorum varlıklarıyla örnek teşkil ediyorlar)

* İyilik yapma isteğimden dolayı beni "iyi insan" olarak düşünen dostlarıma ve yakınlarıma teşekkür ediyorum.
(İyi niyetimi enayilik zannedip akıllı geçinen tanıdıklarıma da teşekkür ediyorum gerçek yüzlerini görmemi sağlıyorlar)

* Dostluğumun değerini bilenlere de teşekkür ediyorum.
(Dost maskesi takan insanlara da teşekkür ediyorum, dostluğa özenmek bile iyi bir şeydir)

* Bana güzel ve mutlu günler yaşatan herkese çok teşekkür ediyorum.
(Günlerimi karartmaya çalışan insanlara da teşekkür ediyorum çünkü mücadele azmi veriyorlar)

* Birlikte gülüp eğlendiğim tüm tanıdıklarıma teşekkür ediyorum.
(Arkamdan benimle dalga geçtiğini sanıp çevresindekileri eğlendirmeye çalışanlara da teşekkür ediyorum çünkü onlara göstereceğim müsamaha sınırını belirliyorlar)

Teşekkürü hayatımdaki her insana bir borç bilirim. İyi kötü kim varsa... Teşekkürü hak ediyorlar. İyilerin de kötülerin de bilmesi gereken bir şey var: 

"Çevrenizdeki insanlar kesinlikle düşüncesiz veya saf değil. Onlara karşı her tavrınız onların gözündeki kredi limitinizi belirler. Kimi insan vardır sonsuz limite sahiptir. Kimi insan da vardır tahammül dahi edilemez. O bakımdan herkes kendini bilmeli, kendi değerini bilmeli."

Ben birilerine değer verip dinliyorsam dinlediğim insandan aynı samimiyeti beklerim. Lakaydlık yapan insanla zaten bir daha işim olmaz. Her dostluk ilişkisine sonsuz hoşgörü ile başlarım ancak sonsuzluk karşıdaki kişiye bağlıdır. Hareketleriyle ya ona olan itimadımı sarsarak baki olan dostluğumu fanileştirir ya da dostluğumu güçlendirerek bekasını sağlar. Her ikisi de karşıdakinin elinde.

Benim için en korkunç şey sevdiğim insanların gözünden düşmektir. Herkes benimle aynı görüştedir diye tahmin ediyorum. Üç günlük şu küçücük dünyada ukalalık yapmaya, kalp kırmaya ve insanların güvenini sarsmaya hiç gerek yok. Onurlu bir yaşam için başkalarının onurunu da düşünmek gerekir.

Ben ne kadar böyle yazsam da yeryüzündeki dengeler gereği kötüler (ve kötü niyetliler) hiçbir zaman hayatımızdan eksik olmayacaktır. Ne kadar kötülük varsa onu dengeleyecek kadar da iyilik mevcuttur...

Bu yazıyı merak edip okuyan şahsa çok teşekkür ediyorum. (Yazıyı okuyup gocunan kişilere de teşekkür ediyorum. Gocunmanız halen içinizde kalan bir insanî tarafın olduğunu gösterir)


24 Temmuz 2015 Cuma

Dürüstlük - (Yeşermeyen tohum hikayesi)

Acı doğrular mı? Tatlı yalanlar mı? 
Çoğu insan tatlı yalanları seçiyor. Adına da "masum yalanlar", "pembe yalanlar" veya "beyaz yalanlar" diyorlar. Yalan yalandır. Pembesi beyazı olmaz. Masumu suçlusu olmaz. Bir insanın size olan inancını yitirdiniz mi yalanınız isterse pembe renkli olsun isterse beyaz o insanı bir daha asla kazanamazsınız. "Güven ruh gibidir, çıktığı bedene bir daha dönmez" diye bir söz vardır. Sonun kadar haklı... 

Dürüstlük aile eğitimiyle başlar. Çocuklara daha 2-3 yaşlarında kabahatlerini başkalarına atmayı öğretiyoruz bilmeden. "Kim yaptı bunu?" diye sorarsak çocuk hemen suçu bir başkasına atıyor; çoğunlukla "Abim yaptı", "Kedi yaptı" vs. cevaplar veriyor. Halbuki "Ben yaptım" dese ne kadar güzel olacak. Çocuk yaşta yalana olan aşinalık büyüdükten sonra da devam ediyor. Kabahatler büyüyünce sorumluluk almama güdüleri tetikleniyor. Dolayısıyla yine sorunlu fertler karşımıza çıkıyor, geçimsiz arkadaşlar... 

Yalanın kötü bir şey olduğunu çocuklarımıza öğretmeliyiz. Yarının büyüklerinin zihinlerini daha tazecikken yalana alıştırmamalıyız. Ayrıca Efendimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.) de bu konu hakkında uyarılarda bulunmuştur. Şöyle ki: 

“Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman yerine getirmez ve ona güvenildiği zaman hıyanet eder” 

(Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai / Camius-Sağir, İmam Suyuti, H No:25)

Müslim rivayetine göre şu ek de vardır:

“Oruç tutup, namaz kılar ve Müslüman olduğunu iddia etse bile”(Cem’ul Fevaid: H No:8099)


“Kimde dört vasıf bulunursa halis münafık olur O dört şeyden biri kendisinde bulunan kişi ise onu terk edinceye kadar münafıklıktan bir haslet bulunur Bunlar: Kendisine bir emanet bırakıldığı zaman ihanet eder; konuştuğunda yalan konuşur, anlaştığı zaman sözünde durmayıp bozar Bir kimseyle çekiştiği zaman aşırı giderek karşısındakinden fazla kötülük yapar”

(Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai/Cem’ül Fevaid, H No: 8097)


Hayatta prim yapan duruma göre değişse de Mahkeme-i Kübra’da doğrular daima kazanacaktır.  

Doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmayalım.

Dürüstlükle ilgili bir hikayeyi paylaşarak veda ediyorum. Selamlar...









Bir zamanlar,  Uzak Doğu 'da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir İmparator varmış. Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş. Bir gün, ülkesindeki tüm gençleri çağırmış ve:

"Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim." demiş.

Gençler bu duruma şaşırmışlar,  ancak İmparator konuşmayı sürdürmüş:

"Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum... Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi,  sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir yıl sonra büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip,  birinizi imparator seçeceğim" demiş.

Saraya çağırılan gençlerin arasında Ling adında biri varmış. O da diğerleri gibi tohumunu almış. Evine gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş. Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış. Yeterince zaman geçtikten sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken,  Ling hayal kırıklığı içinde, kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş. Üç hafta, dört hafta, beş hafta geçmiş. Hâlâ hiçbir gelişme yokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş. Arkadaşlarına da hiçbir şey diyemiyor,  sabırla bekliyormuş.

Sonunda bir yıl bitmiş ve gençlerin yetiştirdikleri bitkileri imparatorun huzuruna götürecekleri gün gelip çatmış. Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları imparatora anlatmasını istemiş. Ling, pek istemese de, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş. Saraya varınca arkadaşlarının yetiştirdiği bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış. Sonra imparator gelmiş ve tüm gençleri selamlamış. Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş. 

"Ne büyük bitkiler,  çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak" demiş İmparator. Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling'i fark etmiş. Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş. Ling çok korkmuş. "Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek" diye geçirmiş içinden. Ling öne geldiğinde İmparator adını sormuş. "Adım Ling." demiş. Diğer gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları susturmuş. Ling' e ve elindeki saksıya dikkatle bakıp kalabalığa doğru dönmüş:

"Yeni imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling!" demiş. Ling inanamamış. Çünkü tohumunu yeşertememiş bile, nasıl imparator olabilirmiş ki?

İmparator devam etmiş:
"Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum vermiştim. Asla büyüyemeyecek olan... Ling'in dışında herkes ağaçlar,  bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz. Sadece Ling içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi. Beklentisi gerçekleşmeyince umutsuzluğa kapılsa da, dürüstlüğünden vazgeçmedi... Onun için yeni imparatorunuz o olacak !"



23 Temmuz 2015 Perşembe

Yabancılaşma...



Ramazan ayı, bayram ve tatil derken bir süre yazmaya fırsatım olmadı. Şimdi ise tatil dönüşü ve anlatacak çok şey var. Nereden başlasam ki? Eskilere atıfta bulunarak başlayayım o zaman: Her şey eskiden güzeldi. Eski ramazanlar, eski dostluklar, eski davetler... Çoğu kişinin şikayet ettiği durumdur bu: Değişim... 

Hayat neden değişir acaba? Her şey eskisi gibi kalsa olmaz mıydı? Çocukluk dönemlerindeki gibi safça mesela. Ya da ergenlik dönemlerindeki gibi mertçe, sadıkça ve deli doluca... Öyle olsa çok daha güzel olabilirdi evet. Ama hayatın değişmez kuralını unutuyoruz: Her güzel şey çabuk biter.

Gözlemlediklerim kadarıyla insanlar geçim derdine düştükten sonra büyük bir değişim yaşıyorlar. İşin içine arkadaşlıktan, dostluktan, akrabalıktan çok günü kurtaracak çözümler giriyor. Buluşmalar azalıyor. Dertleşmeler azalıyor. Sıkıntılar insanın içinde birikiyor. Görüşecek vakitleri olmayınca da insanlar yavaş yavaş birbirlerinden soğuyorlar. Ardından gelen yeni bir değişim: yabancılaşma... Eskisi gibi dertleşemiyor, gülemiyor, eğlenemiyor insan. Tam eskisi gibi bir moda girecekken bakıyor ki karşısındaki eskisi gibi değil, o an gülümsemesi asılı kalıyor yüzünde. İçinden "keşke hiç görüşmeseydik" diye geçiriyor. Ha bir de unutmadan ekleyeyim. Görüşmeler esnasında herkesin gözü telefonunda oluyor. Masa başında bir bakıyorsunuz herkes (sözde) akıllı telefonuna dalıyor. Emin olun beş dakika kadar uzuuun bir sessizlik yaşanıyor. Sonra sosyal medyada işi biten ilk kişi sessizliği bozuyor. Ne acı bir durum. Eski dostların düştüğü hallere bakın... Aynı durum ailelerde ve akrabalarda da geçerli. Misafirliğe gidiyorsunuz. Bir hal hatır sorma faslının ardından herkes telefonlara (ya da tabletlere/ bilgisayarlara) gömülüyor. İnsan geldiğine geleceğine pişman oluyor. Yaşanılan yabancılaşmanın temelinde acaba insanın sosyal medyada tekilleştirilmesi yatıyor olabilir mi? Yani insan gerçek hayatta yalnız kalmaktan sanalda yalnız kalmaktan korktuğu kadar korkmuyor. 

Öyleyse yabancılaşma sorununun iki temel etkenini bulduk: Geçim derdi ve sanal alem... İnsan hem içeriden hem dışarıdan tekilleştiriliyor. Bunun neticesinde de psikolojik ve ruhsal bunalım yaşayan bireyler boy gösteriyor. Hepimiz potansiyel "bunalıma girmiş birey" adayıyız. Aramızdaki bu kopukluk devam ettikçe daha çok ruhsal şikayetlerimiz olacaktır. 

Okuyucuya Not: Bu yazıyı (sözde) akıllı telefonunuzdan okuyorsanız bir öz eleştiri yapın. "Ben de çevreme yabancılaştım mı acaba?" diye... Selamlar.